Sağlıklı günlerinde, biraz da abartıyla “Benim ailemde 65’i gören bile yok oğlum, yeterince yaşamadım mı” diyen babamı kaybettik, iki hafta kadar önce. 86 yaşını geride bırakmıştı ve dünyaya her daim sevgiyle kucak açan yorgun bedenini bastonuyla bile taşımakta zorlanmaya başlamıştı bir süredir.
Geçen yılın Ağustos ayı başında öğrenmiştik akciğerlerinde tenis topu büyüklüğünde bir kitle olduğunu ve tedavisinin olmadığını. Arada gülümsemeyle kurduğu, “şöyle, şu ormanda bir ağacın dibine götürüp bıraksanız ya beni, öyle kıvrılıp uyusam” şeklindeki ifadeleri bile ölümü kendisi için artık ebedi bir istirahat olarak düşlediğinin ve bizim rızamıza ihtiyaç duyduğunun işaretiydi. O hazırdı ya, lakin biz değildik; direniyorduk onu öyle kolayca yollamaya. O da kendisini bizim hatırımıza zorlayarak bir süre daha tutundu hayata. Ama işte o sürenin sonunda istirahatgâhını buldu.
Peki o zaman babamın ölümü bana neden acı veriyor?
Üstelik böyle bir hastalık için inanması zor bir rahatlıkla vermişti son nefesini; hastane koridor ve yataklarına düşmemiş, hiç büyük acılar çekmemiş, hiçbir ciddi ağrı kesici kullanmaya ihtiyaç duymamıştı. Eşi ve iki çocuğuyla, yani annem ve kardeşlerimle çevrelenmiş bir şekilde, evde geçirmişti son günlerini. Ve vaktin geldiğini anladığında da bir öğlen vakti yatmıştı son uykusuna. Tevazuyla geldiği hayattan tevazuyla ayrılmıştı.
Bir insan başka nasıl veda etmek isteyebilirdi ki hayata!
Öyle aniden de gitmemişti! Kendisinden gizlediğimiz, daha doğrusu bizim varlığından haberdar olmadığını sandığımız hastalığı bize 6 aya yakın bir süre tanımıştı. Bu süre zarfında sadece hayattan keyif aldığı anları çoğaltmaya çalışmış, onu daha önce gitmediği kimi yerlere götürmüş, çok özlediği ya da hiç tatmadığı lezzetlerle buluşturmuş, görmek istediği insanlarla yolunu kesiştirmiş, bu arada olabildiğince rahat etmesini sağlamış ve gençliğinin unutamadığı filmleriyle tekrar tekrar buluşturmuştuk. Ona babasını ve babaevini hatırlatan kelle paça çorbasıyla kavuşturmuş, tantuniyi, Antep katmerini, Maraş tarhanasını, San Sebastian cheese-cake’ini, mandalinalı kokteyli ilk kez tattırmıştık.
Zeytinliklerle donanmış bir yamaçta, Şıpşıp Dede’nin yanı başındaki dev çınar ağacının gölgesinde Edremit Körfezi’ne uzanan gözlerimizle sakince kahvaltı etmenin, bu dünyadan “Dostlar beni hatırlasın” diyerek çoktan göçmüş Ali Bey ile oğlu Mustafa’nın bin bir anımızı saklayan Tahtakuşlar’daki Dostlar’ına çıkıp çaylarını içmenin tadını çıkarmasını sağlamıştık. Son 25 yılını geçirdiği Güre sahilinin, kız kardeşi Fikriye’nin bir süre önce yattığı, uzaktan uzun, servi ağaçlarıyla fark edilebilen köy kabristanının ve Kaz Dağları’nın günbatımında boyandığı pembeden mora ala renkleri yükseklerden, tanrıların balkonu gibi ovaya uzanan Kavurmacılar köyünden, kahve içerek izlemesi ve hayatın bu doğal sürprizlerine o yaşta dahi bir çocuk gibi şaşırıp hayran kalabilmesi de mümkün olmuştu.
Oğlunun arkadaşlarıyla meyhaneye gidip gençlik anıları eşliğinde mutlulukla kadeh tokuşturmasının, hatta Boğaz’a girmek için açıkta, Karadeniz’in lacivert sularında sıralarını bekleyen gemileri karanlık çökmeden hemen önce, bir ormanın ucundaki kahvede, çıtırdayan bir sobanın başında gözlemlemesinin keyfini sürmesini sağlamıştık.
Peki o zaman babamın ölümü bana neden acı veriyor?
İlk olarak 1974’te birlikte izlediğimiz Dünya Kupası finallerini, neredeyse yarım asır sonra 2022’de yine baba-oğul yan yana seyretmenin huzurlu, aheste keyfini yaşamıştık. Büyük bir heyecan ve coşkuyla takip ettiği maçları artık ilerlemiş demansı yüzünden ertesi gün hatırlayamıyordu belki. Ama bu durum onun yaşadığı anın keyfini çıkarmasına engel teşkil etmiyordu. Babamın bir süreliğine sadece “şimdiki zamanı” olmuştu. Bu bana hüzünle karışık, tuhaf, şiirsel bir mutluluk vermiyor da değildi. Bir gece, uzatmalarda dahi eşitliğin bozulmadığı bir karşılaşmayı gözkapaklarımı açık tutarak izlemekte zorlanınca, ayaklanıp ona “iyi geceler” dileyerek yatmaya gitmiştim. O, “Allah rahatlık versin yavrum, ben de bitince yatarım zaten,” dedikten en fazla iki-üç dakika kadar sonra, bir anlık gafletle yaptığım şuursuzluğun ayırdına varmış, onunla bir maçın daha sonunu beraberce getirme fırsatlarından birini bile tepemeyeceğimi anlayarak neredeyse koşar adım “şimdiki zamana” geri dönerek, onun yanına, kendisine son aylarında nefes katan oksijen konsantratörünün yanı başına, televizyonun karşısına yeniden kurulmuştum. “Gelecek zamana” andan, şimdiden atılan belki de en güzel golüm buydu benim de. Nihayet, tek bir maçın bile finalini kaçırmadan, Messi ile birlikte tutmuştuk kupanın ucundan. Son kupayı da babamla beraber kazanmıştık, yani.
Peki o zaman babamın ölümü bana neden acı veriyor?
Son altı ay içinde yaptığımız çeşitli şehirlerarası seyahatler sebebiyle yaşadığımız küçük ayrılıkların öncesinde, her defasında bana sanki son kez görüyormuş gibi sıkı sıkı sarılır olmuştu. Bu şekilde o kadar çok vedalaşmış, o kadar çok kucaklamış, gözyaşlarını saklayarak o kadar çok uğurlamıştı ki beni! Vedalaşmayı bile telaşa, tatsız son anlara ve şansa bırakmak istemiyor gibiydi.
1963’te daha 27 yaşındayken kaybettiği babası ve onun kendisine yönelik şefkati son günlerinde dilinden hiç düşmedi. Annesini 5 yaşındayken yitirdiği için babası onun için belli ki tek sığınak olmuştu. Ayrıntılarını en iyi anımsadığı ve onu en çok duygulandıran hatıralar ya babasıyla olanlar ya da babasının varlığında yaşadıklarıydı. Sanki vatan toprağından sürgünde söz eder gibi bahsediyordu bazen çocukluğundan ve babasından. Son günlerinde, bana tek vasiyetini hatırlatıp üzmek istemez, sadece, “Sen Kulaksız’ın yolunu biliyorsun, değil mi oğlum?” diye sorardı.
Onu, çocukluğunda çağrıldı ismiyle Binalı’yı, babam Rıza Özkan’ı bir öğlen vakti Zindan Arkası’ndaki Kulaksız kabristanında annesi Sultan’ın, kardeşleri Şükrü’nün, Nesimi’nin, ablaları Gülüzar’ın ve Güldane’nin yanına, eller üstünde taşıdık, hayatta kalan tek kardeşi Mustafa’nın tanıklığında. Sonra hasretle kavuşmayı beklediği babası Surbahanlı Hüseyin Efendi’nin kucağına, hâsılı vatanına usulca bıraktım, vasiyet ettiği üzere. Üzerini babasına da yorgan olan Hasköy’ün toprağıyla örttüm.
Peki o zaman babamın ölümü bana neden acı veriyor?
Onu tanıyan, sevgi dolu, beyefendi mizacını bilenlerin, cenazesinde üzüntülerini yüz ifadelerinden bu kadar belirgin şekilde okumanın insanı dinginleştirici bir yanı olmuştu. Ona sarılır gibi sarılabilmiştim bu sayede dostlarına, sevdiklerine. Mekanik bir ses tonuyla başsağlığı dileyen tek bir kişiye bile rastlamamıştım.
Peki o zaman babamın ölümü bana neden acı veriyor?
Çünkü, her şeyden evvel bu, babamın ölümü! Ve ben ilerlemiş yaşıma rağmen her ömürde ancak bir kere yaşanan böyle eşsiz bir kaybın bir çocuk gibi acemisiyim!
En önemlisi de babasını babaeviyle birlikte yitirmiş her çocuk gibi, eller üstünde taşınıp onun kucağına bırakılacağım güne kadar ben de bir yetimim!