ABD Özel Kuvvetlere bağlı askerler tarafından geçtiğimiz hafta sonu düzenlenen bir operasyonla öldürüldüğü söylenen IŞİD lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin İdlib bölgesinde bir köyde saklanıyor olması, başta Amerikalılar olmak üzere çok sayıda gözlemci ve uzman için sürpriz olmuşa benziyor. Bu “şaşırmış” uzmanların İdlib için verdikleri ilk tepkiyi, “Aman Tanrım, nasıl olur da, Bağdadi gibi bir küresel terörist, otoriter Şam rejimine karşı mücadele veren ‘ılımlı muhaliflerin’ hakim olduğu toprakları ‘sığınacak liman’ olarak kullanmış?!” şeklinde özetlemek mümkün. Onlar, Bağdadi’yi doğu Suriye’de ya da batı Irak’ta yaşıyor sanıyormuş, “bizim çocukların” (“our boys”) denetim altında tuttuğu “ılımlı” topraklarda barınmış olmasını hiç beklemezlermiş!
Oysa, IŞİD liderinin hikâyesi giriş ve gelişme bölümünde olduğu gibi, sonrasında da şaşırtıcı olmayan bir seyir izledi ve bizi yine şaşırtıcı olmayacak bir coğrafyadaki final sahnesine doğru ilerliyordu. Nitekim, bundan 3 yıl önce kaleme aldığım, “Musul’da Bir Suriye Hesabı” başlıklı yazımda, ABD ve müttefiklerinin IŞİD’i Irak’tan atmaya çalışırken uyguladıkları kuşatma stratejisine bakarak, “perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu” aktarmaya çalışmıştım:
“(…) ABD ve müttefikleri, IŞİD’i Irak’ın ikinci büyük şehri olan Musul’da imha etmek yerine, kentin etrafında açık bıraktıkları Batı hattından Suriye’ye doğru ‘kışkışlama’ peşindeler.
“(…) Yani, ABD’nin danışmanlığı ve liderliği altındaki bu güçler IŞİD’i batıdan kuşatmaya kalkmayarak, aslında niyetlerinin işgalci yapıyı imha etmek yerine, onu batıya doğru ‘kışkışlayarak’ Suriye’ye geçmesini sağlamak olduğunu ortaya koyuyorlar.”
“Çünkü …” demiştim;
“Rusya’nın savaşa dahil olmasıyla Suriye ordusunun ülke coğrafyasındaki askeri hedeflerine öngörülenden daha hızlı ulaştığını ve son olarak Halep’te sonuca epeyce yaklaşmış olduğunu gören ABD ve müttefikleri (…)” demiştim…
“Çünkü savaşın ilerleyen safhalarında IŞİD’e Suriye cephesinde –kendilerine de yarayacak- çok iş düştüğünü düşünüyorlar.”
Özetle şunun altını çizmeye çalışmıştım:
Bu şekilde, “(…) Şam yönetimi ile Rusya’nın bu coğrafyadaki askeri kazanımlarını DAEŞ ile törpülemenin hesabını yapıyorlar.”
Oysa Washington kendisi için büyük risk arz ettiğini düşündüğü bir örgütü o tarihte kendisi için tehdit olmaktan ilelebet çıkarmak istemiş olsa, ne yapacağı çok açıktı! Biz bu sorunun cevabını Irak güçlerini 1990 yılı Ağustos ayında işgal ettikleri Kuveyt’ten atmak isteyen ABD Ordusu’nun izlediği yoldan da çok iyi hatırlıyoruz.
Neydi o yol, onu da aynı yazıda şu ifadelerle hatırlatmıştım:
“Hatırlanacağı gibi, 1991 yılında ABD’nin hava bombardımanları ile ağır kayıplara uğrayan Bağdat yönetimi, en sonunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 660 sayılı kararına uyarak işgal ettikleri Kuveyt City’den çekilmeyi kabul etmişti. Çekilme de büyük ölçüde 26 Şubat’ı 27 Şubat’a bağlayan gece yapılacaktı. Ancak Amerikan uçakları 80 no’lu karayolunu kullanarak Kuveyt’ten Irak’ın Safvan bölgesine, oradan da Basra şehrine ricat etmekte olan ve de muharebe konumunda olmayan ordu birliklerini bu yol üzerinde 10 saat boyunca bombalayarak imha etmişti. Hem de aralarında Filistinlilerin de olduğunu bile bile... Adı, üzerindeki araç enkazları ve insan cesetlerinden ötürü “Ölüm Otoyolu”na çıkan bu karayolu üzerinde o gün 10 bin civarında asker orantısız bir şiddetin kurbanı olarak öldürülmüştü.
ABD eski başsavcısı Ramsey Clark’ın bile ‘Cenevre Sözleşmesi’nin 3. Maddesini açıkça ihlal eden insanlık dışı bir savaş suçu’ olarak gördüğü bir olaydı bu. Ama ABD Başkanı George Bush o tarihte bunu Irak askeri mekanizmasını imha için bir fırsat olarak görmüş ve bu fırsatı kaçırmak istememişti.”
Neticede, ABD, Saddam Hüseyin ve emrindeki Irak ordusu için 1991’de uygun gördüğü akıbeti IŞİD gibi küresel çapta çok tehlikeli olduğunu düşündüğü bir örgütten esirgemişti. Bu sebeple de, 24 Ekim 2016 tarihli o yazımı, “IŞİD’in varlığını idame ettirmesi ve Suriye’nin doğusunda Şam yönetiminin başına bela olması, Pentagon’un en büyük arzularından biri haline gelmiş gibi görünüyor” şeklinde sürdürdükten sonra içinde bir soru barındıran şu ifadeyle bitirmiştim:
“IŞİD oyunu bu hesaba göre oynar mı, orasını bekleyip göreceğiz.”
Evet, bekledik ve çok uzun sürmeden de gördük. Bizi Amerikalıların hesabı şaşırtmadığı gibi IŞİD’inki de şaşırtmadı. Irak’ın Musul kentini kaybettikten sonra, yani 2017 yılı Mart ayından sonra IŞİD oyunu büyük ölçüde ABD’nin istediği, öngördüğü gibi oynadı ve Suriye’nin batısına geçti. Mecburdu, zira Musul gibi çok çok önemli bir şehri kaybetmişti. Örgüt 1,2 milyar dolar gibi -İrlanda’nın savunma bütçesi büyüklüğünde- ciddi bir finansal güce Musul sayesinde kavuşmuştu. Musul, hem bir gelir üretim merkezi hem de bir “ürün geliştirme” üssüydü. (Bağdadi her ne kadar İslam Devleti’nin kuruluşunu 3 Ocak 2014’te ilan etmişse de, örgüt asıl çıkışını Musul’u ele geçirdiğinde, Haziran 2014’te yapmıştı.)
Dediğim gibi, örgüt Musul’da hem gelir üretiyor hem de ürün geliştiriyordu. Ne demek istiyorum, “ürün geliştirme” derken, onu da belirteyim. IŞİD intihar saldırılarında kullandığı bombaları ve zırhlı araçları Musul’un sanayi bölgesi olan el- Karama’da imal ediyordu. Biz bu gerçeği merkezi Londra’da olan The International Centre for the Study of Radicalisation and Political Violence (ICSR) isimli think-tank kuruluşundan Charlie Winter’ın verdiği bilgiyle o tarihlerde teyit etme imkanına kavuşmuştuk. Her köşesi “parsellenmiş” Ortadoğu coğrafyasında, Musul elden çıktıktan sonra oradakiyle aynı güç ve büyüklükte bir imalat sahası bulmak hiç de kolay olmayacaktı. Yani Bağdadi’nin kendisini Deyrizor çölünde bir cihatçı cebine filan sıkıştırması mümkün değildi.
Rakka’nın tahmin edilenden önce ABD destekli güçlerin eline geçmesi ve IŞİD’in orada beklenenin çok altında bir direniş sergilemesi de, Musul’dan sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağını ortaya koyuyordu. Örgüt zaten çekilmeye başlamıştı.
Bölgeyi terk etmek zorunda olduğunu hisseden IŞİD lideri Bağdadi’nin en büyük hazinesi, örgütün “hazinesi” idi. Cihatçı örgütler bu tip durumlarda kasadaki paralarını alıp Bahamalar’a tatile gitmezler. Paranın ve de silahlarının davalarına en çok hayrının dokunacağı ve de en korunaklı yerlere giderler. Bağdadi de belli ki öyle yaptı ve - başta belki de Halep’in batı kırsalına- sonra da, son gelişmelerin de teyit ettiği üzere İdlib’in kuzeyine geçti.
Malum, 2017 yılında İdlib (ve Halep’in batısı), ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin dolaylı olarak himaye ettiği, cihatçılar için dünyanın en korunaklı yerlerden biriydi. Rusya desteğindeki Suriye Ordu birlikleri ne zaman bu bölgeye yaklaşsa ve bölgedeki Selefi cihatçılara karşı bir taarruza girişmek istese, Batılı think-tank kuruluşları ve muhabirler, o başkentlerin resmi sözcüleriyle birlikte, orada “ılımlı muhaliflerin” bulunduğunu, Rusya’nın veya Suriye Ordusu’nun bölgede bir “etnik temizlik” yapmaya hazırlandığını ileri sürerek, hep bir ağızdan “Esed sivillere karşı kimyasal silah kullanacak, aman durdurun” yaygarası yapıyor, İdlib’e müdahaleyi engelliyorlardı.
Batılı ülkeler, İdlib’in aslında El Kaideistan toprakları olduğunu, yalnız Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, o da başka birtakım hesaplardan ötürü, “açarız kapıları, hepsini göndeririz Avrupa’ya” dediğinde hatırlıyor ve bir müddet için susma moduna geçiyorlardı.
İdlib’in IŞİD gibi örgütlerin artıkları için zamanın seyri içinde belki o tarihlerde öngörülmeyen bir avantajı daha belirecekti. Batılı ülkeler, Rusların hava savunma sistemlerinin bölgede artan hakimiyetinden ötürü isteseler de İdlib semalarında kolayca uçamayacak, diledikleri gibi IŞİD’li avına çıkamayacaklardı.
IŞİD ile ihtilaflı olduğu söylenen Suriye kökenli El Nusra uzantısı gruplar da İdlib’in Musul’u terk eden Bağdadi için en uygun coğrafya olduğunun bilincinde idi. Her ne kadar birbirinden kopmuş gibi görünen El Kaide ve IŞİD “gelenekleri” arasında ciddi ve kanlı bir husumet var gibi görülse de, örgütlerden biri zayıf bir duruma düştüğünde liderler düzeyinde ikisinin de menfaatine olabilecek bir mutabakat yapılabilirdi. (Neticede bu yapılar arasında sol-devrimci örgütlerin “şehirlerden kırlara” diyenleri ile “kırlardan şehirlere” diyenleri arasındaki kadar bir ideolojik fark bile yoktu. Sahada bu örgütler arasındaki temel fark en çok kimlerin mürted, mücrim ya da küffar ilan edileceğinde ve Türkiye’ye, onun Suriye’deki aksiyonlarına yönelik tutum benimsemede ortaya çıkıyordu.)
Böyle bir dönemde -ne kadar hasım da olsalar- Bağdadi’nin bu örgütlerden kuvvetli olan birinin lideriyle (muhtemelen de bölgenin hâkimi konumundaki Heyet Tahrir'üş Şam -HTŞ içindeki radikal gruplardan birinin lideri/ileri geleniyle) “karşılıklı menfaatler temelinde” bir mutabakat yapması mümkündü. Bağdadi’nin bazı savaşçılarının güvenli bir şekilde bölgeye nakli, IŞİD liderinin elinin altındaki parayı ve/veya silah gücünü üzerinde uzlaşılabilecek bir nispette “kırışması” karşılığında, kendisine İdlib bölgesinde fazlaca ses çıkarmadan barınma imkânı verilebilirdi. (Nitekim son aylarda IŞİD’e ideolojik düzlemde en yakın olabileceğini düşünülen Hurrâseddin örgütünün, HTŞ’ye yönelik “madem El Kaide’ye artık biat etmiyorsun, ona ait olan silahları bize teslim etmelisin” şeklindeki çağrılarını bu bağlamda değerlendirmek mümkün belki. Han Şeyhun’un hızlıca düşmesinde HTŞ’nin elindeki El Kaide silahlarını bu örgütlerle paylaşmaktan imtina etmesinin de rolü olduğu şeklinde eleştirileri de bu düzlemde tahlil etmek gerekir belki. Gerçeği tam olarak bilemiyoruz ama, bunları -bir ara bu konuya tekrar dönmek üzere- tam bu noktada not etmekte fayda var.)
İşin bu şekilde gelişeceğini öngörmemesi zaten imkânsız olan Amerikalılar da Bağdadi’yi “Şam rejiminin” başına bela etmenin huzuruyla IŞİD meselesini uzun bir süre daha unutabilirlerdi. Nasılsa onun Musul’daki gelir kaynaklarına ve “ürün geliştirme” sahalarına da el konulmuştu.
Bu arada, bölgeyi ve savaşan örgütleri yakından takip edenlerden, Rumen asıllı Amerikalı gazeteci Rukmini Callimachi’nin, New York Times gazetesinde 30 Ekim tarihinde yayımlanan yazısında Bağdadi’ye ilişkin dile getirdikleri “kesin delil” olarak görülmeyebilir, ama bizi hakikate bir adım daha yaklaştırması bakımından önemli. Zira, Callimachi o yazısında, IŞİD’in Ebu Bekir el Bağdadi’yi saklayıp koruması karşılığında 2018 yılı Şubat ayında HTŞ’den ayrılan “radikal” El Kaide geleneği militanlarının kurduğu Hurrâseddin (HaD) örgütünün bazı mensuplarına en az 67 bin dolar tutarında bir para ödemiş olabileceğini ileri sürüyordu. Callimachi’nin savı, 2017’nin başları ile 2018’in ortaları arasındaki zaman dilimi içinde IŞİD’in muhasebe kayıtlarına giren bazı makbuzları temel alıyor. Suriye’de örgütün bir zamanlar işgal ettiği, sonrasında da terk ettiği bölgelerde yer alan kimi resmi ofislerinde sonradan bulunan bazı belgelerin incelenmesiyle göze çarpan söz konusu muhasebe kayıtlarının George Washington Universitesi’nde yürütülen “Ekstremizm” programının kıdemli araştırmacılarından Dr. Asaad Almohammed tarafından incelendiğini belirten Callimachi’ye göre, bu makbuzlar güvenlik ve medya ekipmanları, maaş ödemeleri ve lojistik harcamalar gibi masraf kalemleri altında kaydedilmiş.
Dediğim gibi, bu belgeler, Bağdadi’nin 67 bin dolara Hurrâseddin tarafından korunduğu iddiasını kanıtlamak için yeterince güçlü deliller değil. Ama himaye görmüş olabileceği tezini kuvvetlendirmesi bakımından, göz ardı edilmeyecek öneme sahip. Ayrıca, Bağdadi operasyonu sonrasında öğrendiğimiz üzere, IŞİD liderinin Barişa köyündeki evinin sahibi de bu örgütün mensubu idi. Kısacası Bağdadi’yi bir Hurrâseddin mensubu saklıyordu.
Bu arada, “göz ardı edilmeyecek” başka gelişmelere de bakmak lazım geliyordu. IŞİD’in Musul yenilgisi akabinde olan bitenleri dikkatle takip ederken, saha kaynaklarından ilkin Doğu Türkistan (Uygur) kökenli IŞİD militanlarının bazılarının aileleri ile birlikte bölgeyi terk ederek İdlib’e geçtikleri şeklinde bilgiler, haberler geldiğine tanık olmuştum. Bu ne ölçüde IŞİD ile el Nusra uzantısı örgütlerden biri -ya da bu örgütün içindeki gruplardan biri- arasında varılmış bir mutabakatın sonucuydu, bilmiyoruz. Ancak aylık 100-150 dolara savaşçı devşirilen bir bölgede ve sıcak savaş koşullarında, IŞİD kökenli savaşçıların bazılarının bölgeye geçtikten bir süre sonra üniforma değiştirip El Kaide tabanlı kimi silahlı grupların çatısı altında bu kez “mücrim Şam rejimi” askerlerine karşı savaşmaya başlamasından daha doğal ne olabilirdi! HTŞ’nin asli üslerine çok da yakın bir konumda olmayan, Lazkiye’nin kuzeyindeki, Türkiye sınırına da yakın bölgelerde faaliyet gösteren Türkistan İslam Partisi gibi cihatçı örgütler bu militanların yeni adresi olmak için gayet uygundu. Amerikalıların bunu öngörmemesi de imkansız gibiydi.
Amerikalıların belki öngörmediği, arzulamadığı, bu IŞİD artığı militanların bir gün birilerinin teşvikiyle “mürted YPG savaşçılarına” karşı savaşmaya kalkmasıydı, ama daha henüz 2017 yılında bu da epeyce uzak bir risk gibi görünüyordu.
Militanların en azından bir kısmının nasıl bir yol izledikleri az-çok belli ise de, Bağdadi’nin yeri, konumu çok uzun süre -en azından herkesin bilmediği- bir “sır” olarak kalacaktı. Halep’in batı kırsalı ve İdlib bölgesi, 2017 ve 2018 yıllarında cihatçılar için nispeten sakin ve “güvenli liman” kabilinden yerler idi. YPG sözcülerinden Nuri Mahmud’un 24 Mart 2019 tarihinde verdiği bir demecinde yer alan, “Bağdadi’nin İdlib bölgesine geçtiği haberlerini aldıkları” ifadeleri de muhtemelen bölgede cirit atan istihbaratçılar dışında pek fazla kişinin dikkatini çekmeyecekti.
İdlib’in nispeten sakin havası 2019 yılı Mart ayına kadar sürdü. Ankara uzun bir süre Astana sürecindeki partneri Moskova’ya “sen silaha sarılma, bana biraz zaman ver, ben onları güzellikle ikna ederim abisi” diyerek defalarca fren koymuştu. Türkiye’nin 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı’nda altına imza attığı temel taahhütü, İdlib bölgesinde iki tarafın da "terörist" olarak tanımladığı güçler ile "ılımlı muhalif" olarak adlandırılan güçleri birbirinden ayırmaktı. Bunun için Ankara bölgede önce çatışmasızlık noktaları kuracaktı. Ankara’nın bu manevrası sayesinde bölgede silahlar uzun süre suskun kaldı. Ancak Türkiye hem kendi arzuladığı noktaya hem de Rusya’nın beklentilerini karşılama noktasına bir türlü gelemiyordu.
Aslında Ankara bir yandan Şam Yönetimine karşı savaşan silahlı grupları tek bir çatı altında buluşturarak, onları “masad”a daha güçlü kılmaya çalışıyor, bir yandan da cihatçılar için “sahada” mücadelenin seyrini Esad’la savaştan Kürtlerle savaşa çekebilmeyi umuyordu. Bunu yapabilirse, hem kendi hedefine yürümüş hem de Rusya’nın önemli bir beklentisini karşılamış olacaktı.
Aslına bakarsanız, Ankara’nın taahhütlerini epey bir süre yerine getirememesi Rusya’yı İdlib’in kapısında beklemeye itmişti, ama o çok taraflı oyun kurup çok yönlü diplomasi izleyebildiği için bunu çok fazla da dert etmiyordu. Zaten Rusya, Şam’ın taleplerinin birebir takipçisi, sözcüsü olmak gibi bir pozisyonun hiçbir zaman abonesi olmamıştı. Moskova’nın Ankara’ya karşı toleransı yüksekti. Zira, Ruslar Ankara ile hem Şam yönetimini hem Kürtleri (hem de İran’ı) dengeleyebileceğini düşünüyor, hem de NATO’da deyim yerindeyse bir “Truva Atı” konumuna gelmiş bir ülkeyi fazlaca taciz edip bu ayrıcalıklı konumunu yitirmek istemiyordu.
Bu şartlar altında, Moskova İdlib’e karşı çok uzun süre karadan taarruza geçmedi. Sadece 2019 yılı Mart ayından başlayarak bölgedeki belli başlı noktaları havadan yoğun bir şekilde bombalamaya başladı. Asıl büyük kara harekâtı için Ağustos’a kadar bekledi. Ağustos ayının sonlarında ise “İdlib’in kale kapısı” olarak da nitelenen Han Şeyhun cihatçı işgalinden kurtarıldı. Han Şeyhun’dan sonra Suriye Arap Ordusu birliklerinin -eğer Ruslar önlerini açarsa- İdlib’te hızlı bir ilerleyiş kat edeceği belirginlik kazanmıştı. Moskova Ankara’yı cihatçılara yönelik taahhütlerini yetirme getirme noktasında biraz “itekleyip” hızlandırmak istemişti.
Türkiye’nin üzerine düşeni yapamaması durumunda, Rusların “teröristlerle mücadelenin yol haritasını” yeniden çizebileceğinin ve İdlib’teki çemberi iyice daraltabileceğinin netlik kazanması üzerine, Türk hükümeti 27 Ağustos 2019 tarihinde Moskova’ya “bana son bir kez daha süre ver” dedi. Aslında Ankara, bir yandan ABD’yi Fırat’ın doğusuna dönük operasyonu için kendisine “yeşil ışık” yakmaya ikna etmeye çalışırken, bölgedeki cihatçı unsurları da, Fırat’ın doğusunda YPG’ye karşı yapılacak bir harekata katılmaya ikna etmeye çalışıyordu. Neticede Ankara hızlandı ve eski Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurları ile bazı başka cihatçı örgütleri Şanlıurfa’da Ekim ayı başında yapılan bir toplantıyla “Milli Ordu/Ceyş’ül Vatani” adı altında tek bir çatı altında bir araya getirdi. Adı “Milli Ordu” olarak konulan silahlı kuvvetler yine Ankara’nın himayesinde bir araya getirilen “Geçici Hükümet”in Savunma Bakanı Selim İdris’e karşı sorumlu olacaktı. “Milli Ordu” mensuplarının ilk icraatı, “Türkiye’ye Fırat’ın doğusuna yönelik askerî harekâtı yapması” çağrısında bulunmak ve böyle bir operasyona “tam destek” vereceklerini açıklamak oldu.
Ankara’nın da bu noktadan sonra ilk icraatı, bu “Milli Ordu”ya, “ilk hedefiniz Fırat’ın doğusu” demek oldu. Bir başka deyişle, artık muhalifler için mücadelenin seyri Esad’la savaştan Kürtlerle savaşa doğru yönelebilirdi. İdlib’de büyük bir hakimiyet tesis etmiş olan HTŞ’nin Ankara’nın Fırat’ın doğusuna yönelik harekât planına, asker vererek ya da doğrudan bir katkı sunmayacağı belliydi. Ancak bu örgüt te zamanla söylemleriyle harekata dolaylı destek açıklamayı seçecekti. Ankara’yı zaten başından beri desteklemeyen ve hiçbir zaman da desteklemeyecek bir tek örgüt vardı: 2018 yılı Şubat ayında HTŞ’den ayrılan Hurrâseddin örgütü.
Sahip olduğu 1800 kişilik ordunun yarısı Suriye dışından gelen savaşçılardan teşekkül eden bir örgüt olan Hurrâseddin, özellikle 2019 yılında daha gözle görünür bir hale geçecek ve HTŞ’den ayrılan etkin din adamlarını da bünyesine katarak güçlenme yoluna gidecekti.
ABD’nin de, Türkiye’nin de cihatlarının bünyesinde yeri olmadığını düşünen, “Suriye devrimi”nin yanı sıra “küresel cihat” fikrinden de vazgeçmediği için Batı başkentlerinde de alarm zillerinin çalmasına sebep olacak bir örgüttü Hurrâseddin.
ABD, her ne kadar HTŞ’yi küresel terör örgütü olarak tanımlasa da, pragmatik yol izlemeye yatkın bir örgüttü aslında HTŞ. Ve hem artık bölgeyi kontrol eder hale geldiği için hem de küresel cihat fikrinden uzaklaşmış bir profil sergilemeye başladığı için, Amerikalılar Şam Yönetimi’ne karşı savaşan bu grubu “isyancı güçlerin en agresif ve en başarılı kolu” olarak tanımlar hale gelmişlerdi. Dolayısıyla Suriye’deki istikrarsızlığın sürmesine yönelik yaptığı katkılarla öne çıkan bu örgütün sahadaki olası alternatiflerini zayıflatarak ya da ortadan kaldırarak mevcut HTŞ liderliğine dolaylı destek vermenin zararı değil faydası vardı.
16 Eylül 2019 tarihli ve “Washington’dan El Nusra’ya cankurtaran simidi” başlıklı T24 yazımda da belirttiğim gibi, ABD’nin bir diğer hedefi de, Suriye’deki terör örgütleri içinde artık asıl “kötü adamın,” Hurrâseddin (HaD) örgütü olduğu, El Kaide’yi artık bu grubun temsil ettiği fikrini uluslararası bir kabul haline getirmek idi.
İşte böyle bir arka planda, Pentagon Bağdadi’nin Hurrâseddin tarafından İdlib bölgesinde korunduğu istihbaratını daha bu yılın ortalarında almış olmalı ki, Haziran ayının sonunda ve Ağustos ayının sonunda, daha önce Fırat’ın batısında hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. İdlib bölgesinde Hurrâseddin örgütüne dönük bu tarihlerde birer gizli hava operasyonu düzenledi. İlk aksiyon 30 Haziran 2019’da geldi. O tarihte Amerikan uçakları Hurrâseddin örgütüne dönük bir hava bombardımanı gerçekleştirdi. Amerikalılar ilk saldırıdan tam iki ay sonra, 31 Ağustos’ta da, yine İdlib bölgesindeki Kefreye ve Ma’aret Misrin kasabalarındaki bazı askeri hedeflere yönelik bir hava operasyonu gerçekleştirdi. Bu son saldırı Hurrâseddin komutanlarının Ensar’ül Tevhid örgütüne ait bir üste toplantı yaptıkları sırada gerçekleşti ve operasyonda en az 40 cihatçı liderin öldüğü açıklandı.
Bütün bunlarla hemen hemen aynı tarihlerde başka bir gelişme daha meydana geldi ve Hurrâseddin örgütü Washington tarafından resmen “terör örgütü” ilan edildi. ABD Dışişleri Bakanlığı, konuyla alakalı olarak 10 Eylül tarihinde yaptığı duyurusunda Hurrâseddin’i, onun Ebu Hamam el Şâmi kod adıyla bilinen o dönemki lideri Faruk el Surî ile birlikte “Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Teröristler” (SDGT) listesine aldığını açıkladı. Bu adım atılırken, ABD liderliğindeki koalisyona yakın çevrelerde bu örgütün ilerleyen aylarda Batı’daki bazı başkentleri “vurmayı” planladığı iddia edildi. Bir anlamda Washington için İdlib’teki “yeni kötü adam” Hurrâseddin oluyordu, HTŞ değil…
Hurrâseddin geçtiğimiz aylarda Ebu Musab el Zerkavi’nin gittiği her yere (cezaevi de dahil) beraberinde götürecek kadar yakın dostu olan, İslam Devleti’nin ceddi diyebileceğimiz El Kaide çizgisinin yılmaz savunucularından Ebu el Kasım el Ürdüni’yi de yeni lideri olarak belirlemişti. Örgüt son zamanlarda bünyesinde bazı eski-IŞİD komutan ve mensuplarını saklıyorsa bu anlaşılabilirdi. Gerçi bölgeyi yakından takip eden siyasal gözlemcilerden Charles Lister’ın da hatırlattığı gibi, bu iki örgüt arasında geçmişte büyük bir husumet yaşanmış, bu yolda epeyce kan dökülmüştü. Ama şunu da unutmayalım ki, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ifadesi geçerliliğini Suriye’de defalarca ispatlamış bir ifadedir.
Ortada her zaman sahici bir müttefiklik, silah kardeşliği olmasa da, bazen bir örgüt böyle durumlarda eski hasmı olan örgütün liderini, onu manipüle edebilme fırsatı gördüğü için de koruyabilir. Ancak tabii sonuçta elimizde bu yönde de bir delil olmadığını sanıyorum söylemeye bile gerek yok.
Bu arada, El Vatan’ın sahadaki kaynaklara dayandırdığı haberine göre, ABD güçleri Ağustos ayı sonlarında Kefreye ve Ma’aret Misrin’de düzenledikleri Hurrâseddin operasyonunda ihtiyaç duydukları istihbaratı bu konuda Washington ile işbirliği yapan HTŞ lideri Ebu Muhammed el Cevlâni’den bizzat almıştı. Söz konusu kaynakların iddialarına bakılırsa, Cevlâni, Ensar’ül Tevhid ve Hurrâseddin gibi örgütlerin silah/mühimmat depolarına ve bazı komutanlarının bulunduğu üslere ait koordinatları içeren bir “hedef listesini” Washington temsilcilerine bizzat iletmişti. ABD bu iki operasyonuyla belki de öncelikle Bağdadi’yi vurmak istemiş ama ya yanlış istihbarat almış ya da ıskalamış ve başarısız olmuştu. Sonuçta da başarısız olunan gizli operasyonlar kamuoyuna “biz aslında şunu yapmak istedik ama olmadı” diye açıklanmazdı.
Washington nihayet emeline 27 Ekim’i (2019) 28’ine bağlayan gece erişti. Bağdadi’yi bu kez bu örgütün eğitim tesislerinde filan değil, doğrudan doğruya İdlib bölgesinde saklandığı Barişa köyü yakınındaki evinde vurdu.
Bütün bu gelişmeleri topluca değerlendirdiğimizde şunu ileri sürmek sanırım mümkün: ABD’ye Bağdadi’nin ortadan kaldırılması yönünde ihtiyaç duyduğu can alıcı (!) istihbaratı belki de ne Iraklılar ne de Kürtler temin etti! Asıl istihbarat belki de El Vatan’ın ileri sürdüğü gibi, HTŞ’den geldi. Ancak tabii eğer böyle bir varsayım gerçek ise, böyle bir durumda kimse Başkan Trump’tan basının önüne çıkıp Washington’un terör örgütleri listesine almış olduğu bir örgüt için, “onlar da çok iyilerdi, bizimle çok kritik bilgiler paylaştılar. Harikalardı! Onların topraklarının üzerinden uçtuk. Hiç de sorun çıkarmadılar. Bizi vurabilirlerdi. Ama yapmadılar. Gerçi vursalar, biz de onları çok fena indirmek zorunda kalırdık,” filan demesini bekleyemezdi. Hele hele ABD Başkanı’nın Ebu Muhammed el Cevlâni’yi Washington’da ağırlamasını tasavvur etmek bile imkansızdı!
twitter: @akdoganozkan
Not: Bağdadi’nin ölümünün HTŞ ile bu yıl içinde onun en ciddi hasmı olarak beliren Hurrâseddin örgütü arasındaki mücadelede nasıl bir yere sahip olabileceğinin, bu iki örgüt arasındaki mücadelenin nasıl bir ideolojik ve pratik zemin içinde yaşandığının değerlendirmesini ise bir sonraki yazımızda ele alalım.