Onu ilk kez 1983 yılında bir temmuz sabahı göz pınarlarım gencecikken gördüm. Güneydoğu Toroslardaki 3 bin metre civarı yükseklikteki Alaca Obası’nda Çukurbağ köylüsü Bekir Amca’nın oba çadırının konuğuyduk altı arkadaş. Mevsim yaz da olsa o yükseklikte geceleri soğuk olurdu. Bölgenin en yüksek irtifada kurulan obasıydı, Alaca. Yaylacılar Katır Kayası denilen mevkii takip ederek dik ve uzun bir yolculukla varırlardı bu obaya. Biz ise bir yanlışlık sonucu oradaydık. Yolumuzu şaşırmış, kaybolmuştuk. Bizi en nihayet bir dağın zirvesine ulaştıracağını düşündüğümüz rotamızın üzerindeki Büyük Mangırcı Vadisi’ne girdiğimizi sanarak çok uzun süre Küçük Mangırcı Vadisi’ni takip etmiş, ağır yüklerle yarım günü aşan yürüyüşümüzün ardından ciddi bir navigasyon hatası yaptığımızı fark edip doğuya yönelmiş, bizleri bitap düşüren dik bir eğimi çıkışımızın ardından da en sonunda kendimizi al yanaklı küçük çocuklarca çevrelenmiş bir halde bulmuştuk. Yazı bu kayalıkların arasındaki yeşil vahada geçiren Alaca Obası sakinlerinin çocuklarıydı bunlar. Biraz soluklandıktan sonra Bekir Amca bizler için yoğurt, peynir, zeytin, yufka ekmeği benzeri yiyeceklere çayın eşlik ettiği bir sofra hazırlatmış, gece de daha ziyade yiyeceklerini istifledikleri yayla çadırlarından birini konaklamamız için bize tahsis etmişti.
Altı kişi çok rahat sığdığımız koca çadırdan sabah kendimi dışarı attığımda saat 6 filan olmalıydı. Güneş yoktu ama ortalık hafif aydınlanmıştı. Aşağılarda, köyün yakınlarında geceleri İshak Kuşu’nun ötüşüyle uykuya dalardık. Oysa bu yüksekte gece uykuya teslim olurken hemen hemen hiçbir ses duymamıştık. Ancak sabaha karşı dışardan gelen değişik bir sese uyanmıştım sanıyorum. Dışarıya çıkıp ileriki kayalıklardan geldiğini düşündüğüm flütümsü sese odaklandığımda hindi büyüklüğünde bir hayvanın eğimli zeminde hafif telaşlı adımlarla yürüyerek gözden kaybolduğunu fark ettim. Kısacık bir andı ve belli belirsiz bir şey görmüştüm.
İlk defa gördüğüm bir canlı türüydü bu. Ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Merakımı gidermek üzere soruyu Bekir Amca’ya yönelttiğimde “ürkeklik kuşudur o” diyecekti; “bazen bizim çadırlara kadar yanaşırlar.”
Obanın bulunduğu küçük plato kendisini çevreleyen dağlık bölgeden ve hatta ovadan farklı olarak yemyeşildi. Az ileride kim bilir geceleri hangi canlılara hayat veren bir pınar vardı ve suyun sesi geliyordu. Güneş dağların arkasından sıyrılıp bu küçük obaya dolduğunda saatlerimiz neredeyse 10’u gösterecekti. Bizler etraf ısındıktan kısa bir süre sonra bir şeyler atıştırmış olarak obadan ayrılacaktık. Yol üzerinde kaya kartalları, dağ kargaları, sakallı akbabalar görsek te, o kuşa bu gezide bir daha hiç denk gelmeyecektim.
“Kar horozu” da denilen ürkekliği ( Tetraogallus caspius) ben 2002 yılına kadar bir daha hiç görmedim. 21. yüzyılın bu ilk Güneydoğu Toroslar ziyaretinde bu kez amacım, bir dağın zirvesine çıkmak değil, bir kuşun, urkekliğin inine olabildiğince yaklaşabilmek idi. Pansiyonunda kaldığım Çukurbağlı arkadaşım Hasan Şafak’ın rehberliğinde yüksek irtifayı mekân tutmuş bu kuşu yeniden görmek istiyordum. Onu görebilmek gayesiyle bu gezinin birkaç yıl öncesinde başarısız bir-iki deneme yapmış, gelgelelim ancak sesini duyabilmiş, kendisini görememiştim. Urkeklik ortalıkta görülmekten pek hoşlanmayan bir kuştu. Çünkü çok iriydi. Gizlenmesi, kamufle olması, kendini güvenli bir yere alabilmesi kolay değildi. Bu nedenle de sabah çok erken bir saatte aktif oluyor, güneş bulunduğu yeri iyice aydınlattığında belki de bu dağların hâkimi sayabileceğimiz Kaya Kartallarına yem olmamak için ortalıktan el ayak çekiyordu. Dolaysıyla onu görmek istiyorsanız, şansınızı sabah çok erken bir saatte ve dar bir zaman aralığında denemek zorundaydınız.
2002 yılının Mayıs ayının sonlarıydı. Bu mevsimde urkeklikler 3 bin metreli yüksekliklere çıkmaya gerek duymazlardı. Dolayısıyla, karın daha henüz kalkmadığı 2300 m. irtifadaki Arpalık Çukuru bölgesine kadar yükselmek yeterli olabilecekti. Urkeklik kar buralardan tamamen kalktığında daha yüksek yerlere, mesela Alaca Obası yakınlarına giderdi. Bir anlamda karlı alanları takip ederdi.
Sabah Hasan odamın kapısını vurarak beni uyandırdığında saat 03:57 idi. Çay ve bisküviden oluşan hafif bir kahvaltı akabinde hızla Hasan’ın traktöründe çamurluğun üzerindeki yerimi almıştım. Hasan ile birlikte traktörde 5 kişiydik. Çukurbağ köyünden başlayan ve Demirkazık köyünün içinden geçerek yükselen yolumuz bizi bir saat içinde Arpalık Çukuru denilen bölgeye ulaştırmıştı. Gözlem alanına vardığımızda “teker üstünde” hoplaya zıplaya yaptığım bu zorlu yolculuğu tek parça tamamlamanın mutluluğu ile hemen atladım araçtan.
Güneş dağların üzerinden yükselip kendisini gösterebilmiş değildi henüz ama hava az da olsa aydınlanmıştı. Büyük kısmı bulutlar içindeki Büyük ve Küçük Demirkazık dağ kütleleri arasındaki kar kulvarlarının diplerine ilkin çıplak gözlerle bakınarak aradık urkekliği. Güzel kar horozumuz kısa bir süre sonra bu arayışımıza “huuiiiiiiiiiiyyyt” şeklindeki selamlaması ile cevap verdi. Yıllarını bu nesli tükenmekte olan hayvanı arayarak geçiren kuş gözlemcileri için soluk kesici bir andı bu. (Kuş gözlemcisi Tero Linjama’nın 2007 yılı mayıs ayında aynı bölgede yaptığı şu kayıtta bizim o gün duyduğumuz seslerin bir benzeri var.) Ekipteki iki kişi bu sesi duymak için ta İngiltere’den, Bristol’den gelmişlerdi. Sesini duyduğumuz kuşun fazla nazlanmayıp bize güzel yüzünü de göstermesini umuyorduk.
Teleskopik dürbünleri kurarak büyük bir ciddiyetle sesin geldiği kayalıkları taramaya koyulduk. Hasan göremese de dört bireyin sesini aldığını söylüyordu. Her duyduğumuz ses onları görme umudumuzu ve heyecanı artırıyordu.
Urkekliği bu bölgede ilk tespit edenler elbette köylüler. Ama onun bu bölgedeki varlığını bilimsel literatüre ilk sokan bir İngiliz: Dave Gosney. Bölgeye defalarca yaptığı keşif gezilerinden elde ettiği bilgileri 1991 yılında “Finding Birds in Turkey - Ankara to Birecik” isimli küçük bir kitapçıkta toplamıştı Gosney. Kısa sürede bölgeye gelen Avrupalı kuş gözlemcilerinin başucu kitabı olmuştu bu. Yabancı kuşçular bu kitapçık sayesinde bölgede rehberlik yapan Hasan’ı buluyor, merak ettikleri kuş türlerini onun rehberliğiyle ulaştıkları mevkilerde görme şansına kavuşuyorlardı. Türkiye’den Himalayalar’a, Tibet’e kadar olan bir coğrafyanın kimi yüksek kesimlerinde farklı alttürleriyle varlığını sürdüren bir kuştu kar horozları. Ve onu görmek isteyen bir Avrupalı için Güneydoğu Toroslar, yani Aladağlar en kolay ulaşılan coğrafyaydı. Üstelik urkekliğin yanısıra sürmeli dağ bülbülü, kar serçesi, kara iskete, duvar tırmaşık kuşu, büyük kaya sıvacısı, kızılca kuyrukkakan, sakallı akbaba gibi dünyanın pek az yerinde bir arada görebilecekleri nadir kuş türlerini görme fırsatı da vardı burada. Bunlar arasında kuşkusuz urkeklik daha büyük bir öneme sahipti.
Uzun süren hareketsiz bekleyiş sırasında bir ara soğuktan içim titredi. 2500 metredeki bu teleskopik av için iyi ki içime termal giysiler giymiştim. Bu tanıklık ancak güneş yüzünü gösterene kadar sürecekti. Dolayısıyla onu görmek için üşümek şarttı. Güneşle birlikte kartallara yem olmamak için kendisini iyice saklayacaktı urkeklik.
Bulunduğumuz noktadaki ilk çığlık benden geldi. “Hey şuraya bakın, Dağ keçileri (Ibex)!” Cimbar Boğazı’nın sol tarafındaki sarp kayalıkların zirvelerinde iki dağ keçisi seçmiştim. Birazdan sayıları çoğaldı. Onlarla aramızda derin bir uçurum ve kuş uçuşu 500 metreden fazla mesafe vardı. Erkeklerin boynuzları daha uzun ve daha alımlıydı. Ara ara kayalıkların arka taraflarına geçip dürbünlerimizin görüş alanı dışında kalıyorlar.
Bir ara bir çift Kınalı kekliği Urkeklik zannedip grupta gereksiz heyecan yarattım. Bu arada Bristollü gözlemci çift bizden biraz uzaklaşıp dürbünleriyle küçük ve kısa bir geziye gitti, döndüklerinde Sürmeli Dağ Bülbülü (Radde’s Accentor) gördüklerini ve bu kuşun çok yakın bir mesafeden kendilerine şarkılar söylediklerini anlatttı. Bunu görmek onları mutlu etmişti. Bir müddet sonra 20-25 metre mesafede bir Kar serçesi gördük. Gün boyunca en az 8-10 tane görecektik bu küçük kuşlardan. Bir ara kayalardan havalanan bir şahini urkeklik sandık. Derken kayalıklar sise bulandı Hâlâ seslerini duyuyorduk ama. Saat 07:00 sularında Hasan’ın uyarısıyla heyecan tırmandı. Beklediğimiz urkekliği batıya doğru uçarken havada görmüş, “İşte! İşte!” diye bağrışıyorduk... Çok mutluyduk onu görebildiğimiz için. Yeniden konduğu kayalıkları bir kez daha teleskoplarımızla taradık. 07:30 gibi gibi sesler iyice kesildi. Artık görmemiz mümkün değildi. Tamamen yuvalarına çekilmişlerdi. Ama orada olduklarını, yaşadıklarını ve biz izin verdiğimiz sürece nesillerini sürdüreceklerini bilmek güzeldi. Gördüklerimizle yetinerek dönüşe geçtik.
Kapıdan girerken pansiyonun yemyeşil çimenlerinde bir haftadır karavanlarıyla konaklayan Finli çift karşıladı bizi... 60’lı yaşlardaki kadın anlamama olanak olmayan dillerinde heyecanla bir şeyler soruyordu bana. Sanki ne gördüğümüzü soruyor gibiydi. Ona bir şeyler ifade eder mi, etmez mi bilemeden İngilizce olarak şunları haykırabildim:
“Kuş gördük kuş. Urkeklik! Uçarken!..”
Yıllar sonra bir mayıs ayı bir kez daha hızla yaklaşırken, içime Güneydoğu Toroslara yeniden gidecek olmanın, bir sefer daha güne kar horozuyla uyanacak olmanın heyecanı yerleşiyor. Hafızamda geçtiğimiz yılın Mayıs ayında kuş gözlemcileri Yeşim Vergiliel ve eşi Alihan Vergiliel tarafından çekilmiş harika bir ürkeklik fotoğrafı…
Kuş göreceğim, kuş! Onu göreceğim! Dünyaya bir kar horozuyla uyanacağım! Çok heyecanlıyım, kalbim çarpıyor!
Twitter: @akdoganozkan