Eskiden, çok eskiden savaşlar çoğunlukla düz arazilerde “meydan muharebesi” olarak yaşanır, güçlünün er meydanında ortaya çıkması hedeflenirmiş. “Çoluk çocuk içinde muharebe yapılması asker için her tür fenalığı doğurur” şeklinde bir düşünce tüm taraflara hâkim olduğundan savaşların mümkün mertebe meskun mahallerden uzakta gerçekleştirilmesine gayret edilirmiş.
Hatta bundan yaklaşık 140 yıl önce yaşanan Osmanlı-Rus Harbi’nde Erzurum müftüsü ile ulemanın “savaş meskun mahallerde yapılmasın” diye Aziziye istihkamlarındaki Osmanlı kumandanına dilekçe yazdığı ve askerin de bu duyarlılığı paylaştığı söylenir.
Neden?
Çünkü... Düşünülmüştü ki... “İstihkâmlardan sapacak gülleler şehirdeki evlerin içinde patlayabilir, hedef gözeterek şehre atılanlar da Erzurum’da taş üstünde taş bırakmayabilirdi. Ayrıca çoluk çocuğun, hasta ve zayıfların siper alacak yerleri yoktu. Bir de zaten ahlakı bozulan asker şehre dağılır da yağmacılığa koyulur ve ırza sataşmaya cesaret ederlerse, önlerini kim alabilirdi?”
Bu “fenalıklar” gözetildiğinden harpler de buna uygun şekilde yaşanırdı. Daha önce de bu köşede bahsetmiştim. 93 Rus Harbi sırasında Anadolu Ordu-yı Hümâyûn-u Mühimme Başkâtibi görevinde bulunan Mehmet Arif Bey’in kaleme aldığı Başımıza Gelenler (1903) kitabı, sadece İmparatorluğun Doğu Anadolu cephesindeki dramatik bozgununu sebepleriyle aktarması bakımından değil, savaşın meskun mahallerde yapılmasının olası sakıncalarını içeren sivil ve askeri bazı belgelere yer vermesi bakımından da önemlidir.
Ancak 20. yüzyıl bu gerçeği yerle bir etti. Ve bugün tarihin bu gerçeğe uymayan en kanlı savaşlarından birini yaşıyoruz. Savaş büyük ölçüde meskun mahallerde yaşanıyor. Evler, okullar, hastaneler, ibadethaneler... Hepsi birer savaş mevziisi. Bunun nedeni, savaşan kimi tarafların kendisini, gayrinizami harp, yani gerilla savaşı vermek zorunda hissetmesi değil. Savaş lordlarının politik hedeflerine böylesi daha uygun geldiği için muharebeler buralarda cereyan ediyor.
Malum, çağımızın bütün savaşlarında olduğu gibi, bu savaşta da politik hedefler elbette temel belirleyici oluyor, askeri hedefler bu politik hedeflere ulaşmak üzere tayin ediliyor Ancak bu askeri hedefler yürürlükteyken, bakıyorsunuz, savaşın politik hedefleriyle alakası yokmuş gibi duran katliamlar, kitlesel göçler olabiliyor.
Oysa bunların hepsi savaş alanlarından çok önce kurmay harekat planlarında belirleniyor. Amaç çoğu kez bir bölgenin demografisini değiştirmek, etnik yapısını politik hedeflerle uyumlu hale gelecek şekilde “temizlemek” oluyor.
Tarihin en kirli savaşlarından biri olan Suriye Savaşı’nda da durum bu. Özellikle savaşa komşu ülkelerin sınır hatlarında yer alan köylere, kasabalara ve şehirlere bu trajediden çok büyük bir pay düşüyor. Bazen amaç bir bölgeden Ezidileri silmek olabiliyor. Bazen bir üçüncü taraf sırf bir bölgedeki Hıristiyan nüfusun sınırından silindiğini görmek için kılını kıpırdatmıyor, ya da işgalci güce toprağını açarak ya da silah vererek gizli bir destek sunuyor. Bazen Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ıyla 3 gün öncesine kadar bir arada huzur içinde yaşayan bir toplulukta unsurlardan biri komşusunu katletmek için gelen bir yabancıya gözünü kırpmadan destek verebiliyor.
İnsanlar kendilerini haberdar dahi olmadıkları makrohedeflerin kurbanı haline getirecek vahşice seçimler yapabiliyor (ve bunu milliyetlerinin ya da inançlarının gereği) gibi algılayabiliyorlar.
Oysa o makrohedeflerin belirleyicileri bu manzara karşısında kenarda ellerini ovuşturuyor. Çünkü savaş sona erdikten sonra kurulacak sofrada toprak ve ganimet paylaşılıp, iş ihaleler falanca petrol/gaz ya da altyapı şirketine vermeye geldiğinde, galip taraf stratejik güzergâhların üzerinde etnik pürüzler kalsın istemiyor! Savaşan işgalci güçler için de bundan ötesi “teferruat” olabiliyor.
Şimdi bakıyorum önümdeki 2014 tarihli Suriye etnik haritasına. Bir sürü soru görüyorum. Mesela Deyr’üz Zor’da savaş sona erdiğinde ne kadar Ermeni kalacak? Ya daCisr el Şuğur’un doğusunda ne kadar Kürt insanca bir yaşamı sürdürebilecek? Halep’inHülluk mahallesinde ne kadar kunduracı Türkmen, Hanasır köyünde ne kadar Çerkezyerleşik olmayı sürdürecek? Resülayn’ın (Serêkanî) doğusunda Sünni Arapların barınma şansı olacak mı?
Osmanlı döneminde büyük ölçüde konargöçerlerin otlak alanı olarak kullandıkları, yazları Arapların kışları Kürtlerin otlak alanı olan Haseke vilayetinin içinde bulunduğu Cezire bölgesi yakın bir tarihte bir kardeşlik coğrafyası ya da kantonu olabilecek mi?Ezidilerin namusuna Kürtler de Araplar da sahip çıkabilecek mi? Kamışlo’nun kuzeyinde kimler yaşıyor olacak bu savaş bittiğinde?
Bakın, on yıl önce en az bin kişinin konuştuğu ve Türkiye’de sadece Siirt’te işitilenArami kökenli Hertevin dilinin her an yok olabileceği söyleniyor. Tasını tarağını toplayan her kültür, güç bela tutturulmaya çalışılan “biz” sıvasını gidişiyle biraz daha dağıtabiliyor.
Suriye’nin etnik azınlıklarının başına da aynısı mı gelecek?
Biz Türkiye’de geçmişte farklı kültürleri bu topraklardan gitmeye, göçmeye mecbur bıraktığımızda, aslında neleri yitirdiğimizi idrak bile edemez haldeydik. Bugün bile bu muhasebeyi yapabilir gözükmüyoruz.
Suriye’yi de benzer bir gelecek tablosu mu bekliyor? Dün yitirdikleriyle böyle bir tablonun anlamını artık yüz yıl sonra idrak etmesi beklenen bir Türkiye’nin bu kabusun komşusunun başına gelmemesini sağlama mücadelesine katkı vermesi gerekmez miydi?
twitter: @akdoganozkan