Bugün içinden geçtiğimiz trajik sürecin eşlikçisi olan siyasi krizin belki de ilk sorumlusu bir yıl önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullanmamış olan CHP ve MHP seçmenidir. 10 Ağustos 2014 pazar günü sandık başına gitme zahmetine katlanmamış bu kişilerin bugün içinde bulunduğumuz tablodan şikayet etmeye hakları da yoktur! Nokta!
Hatırlanacağı gibi, bundan yaklaşık 13 ay önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaklaşık 2,5 milyon CHP’li seçmen sandığa gitmemişti. Bunun dışında hatırı sayılır bir MHP seçmeni de uzak kalmıştı sandıktan. Oy kullanmayı tercih etmeyenler yüzünden 10 Ağustos’ta seçime katılım oranı yüzde 74’te kalmıştı.
Seçime katılım oranın bu derece düşük çıkmasında bazı CHP ve MHP kadrolarının rolü büyüktü. Seçmen nabzı tutmak için Platform 24 (P24) öncülüğünde çıktığımız Türkiye turunda gördüm: Birçok yerde iktidar partisi dışında sahada aktif bir biçimde neredeyse sadece HDP çalışıyordu. CHP ve MHP kadrolarının önemli bir bölümü adayları için ya hiç çalışmıyor ya da çalışıyor gibi yapmayı tercih ediyordu. Geleneksel olarak CHP’li bilinen bölgelerde bile sahada sadece AKP vardı.
Sonuçta Recep Tayyip Erdoğan 13 ay önceki bu seçimde yüzde 52’ye yakın oy olarak cumhurbaşkanı seçildi. Ama onun ilk turda cumhurbaşkanı seçilebilmesini seçime katılım oranının düşüklüğü sağlamıştı. Zira 10 Ağustos günü her dört seçmenden biri sandık başına gitmemişti. Eğer o seçimlere katılım oranı 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’ndeki gibi yüzde 89 ya da 7 Haziran Genel Seçimleri’ndeki gibi yüzde 87 olsaydı, Tayyip Erdoğan ilk turda yüzde 48’lik bir oy desteğini dahi bulamamış olacaktı. Ve Erdoğan’ın ilk turda yüzde 50’yi bulamadığı bir seçim ikinci turda bugünkünden tamamen farklı bir netice verebilirdi.
Yani bugün yaşadığımız korkunç şeylere belki de engel olacak bir zemine ulaşabilme imkânı bundan 13 ay önce vardı. 10 Ağustos 2014, bu ülkenin vicdan cenahına 30 Mart 2014’ten, 7 Haziran 2015’ten ya da 1 Kasım 2015’ten nispeten daha kolay bir zafer yaşatabilirdi! Çünkü AKP’nin zafer kazanabilmesi için diğer seçimlerdeki gibi yüzde 43-47 bandında kalması yeterli değil, yüzde 50, 51’i bulması gerekiyordu!
Eğer bir kısmı ulusalcı, bir kısmı “solcu” CHP’li seçmen tercihini mutlaka sandığa gitmekten ve ilk turda oylarını Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan ya da Selahattin Demirtaş’tan yana kullanmakta tereddüt etmeseydi, bugün kuvvetler ayrılığı ilkesine ve anayasayla tarif edilmiş kontrol ve denge mekanizmalarına saygılı, yeni bir anayasa yapılması konusunda samimi, üstelik Çankaya’da oturan bir cumhurbaşkanına sahip olabilirdik.
Yapılacak tercihi stratejik bir ihtiyaç olarak düşünmemize olanak veren bir noktadaydık. Çünkü bir kere 10 Ağustos bir genel seçim değildi. Yani o gün verilecek oylarla, insanlar kendi inandıkları fikir, ideoloji ya da projelere yakın adayların da yer alacağı bir meclis kompozisyonu oluşturmayacaktı. Yeni bir bakanlar kurulu teşekkül ettirmeyecekti.
10 Ağustos aslında bir “referandumdu.” Ve bu referandumun belirleyici sorusu da şuydu: Bu seçimlerde, kafasında farklı bir devlet ve rejim tasavvuru olan ve bu makama bunun için aday olan üstelik bunun nasıl bir dizayn olacağını da bizlerle paylaşmayı tercih etmeyen bir adaya –otokratik bir nitelik taşıdığı konusunda kuvvetli şüphelerimizin olduğu- emellerine ulaşması için devletin zirvesine oturma yetkisi verelim mi, vermeyelim mi?
Bu kişi hukuken sorumluluğunu almayacağı yetkilere sahip olsun mu, olmasın mı?
Bu kadar basitti!
Bugün içinde bulunduğumuz durumdan şikayetçi olan seçmenlerin bir bölümü sandık başına gitmeyerek bu soruyla yüzleşmekten kaçındı. Yani bir yerde, “o yetkiyi verebilirsiniz, zira bu sorunun cevabı beni ilgilendirmiyor,” dediler. O nedenle bu kişilerin bugün yaşananlardan şikayet etmeye hakkı yoktur.
Bu kişiler gayet iyi biliyorlardı ki, bu ülke Gezi’den beri, 17 Aralık’tan beri yönetilmiyor, sadece “idare ediliyordu.” Bu ülkede devlet yoktu, bu ülkede yargı yoktu! Çocuklarımızın canlarını emanet bilen güvenilir bir iç politikamız, yarınlara güvenle bakmamıza olanak tanıyacak bir dış politikamız yoktu. Ve bu ülke tek kişinin tuttuğu dizginlerle çözülüşe doğru ilerler bir görüntü veriyordu.
Bu şartlar altında devletin zirvesinde, bu ülkenin büyük bir hızla duvara çarpması için değil, topyekûn çözülmemesi için çaba harcayabilecek birini görmek üzere 10 Ağustos Pazar sabahı lûtfedip sandık başına gidebilirlerdi.
Yoksa her şey daha kötü olacaktı! Ama gitmediler.
“Cumhurbaşkanlığı koltuğunda, ağır ithamlarla suçlandığı halde kendisini, yakınlarını ve çevresini yargı denetiminden kaçıran ve o yargıyı ötekilerin hayatlarını karartmak için kullanabilen bir siyasetçi değil, siyasi değerleri ne olursa olsun kuvvetler ayrılığını ve demokratik teamülleri düstur edinmiş, zarif ve çelebi bir insan, mükemmeliyetçi bir bilim adamı görmek istiyorum,” diyemediler.
Ya da, “ben oyumu toplumun en fazla ezilmiş kesimlerini temsil eden adaya vererek onu ve temsil ettiği kitleleri siyasetin merkezine doğru taşıyacak, ve böylece daha önce oy verdiğim partime de bir uyarı yapmış olacağım,” diyemediler.
Tarihi bir fırsatı geç kalmadan kucaklayabilir, bugünkü gibi kararacağı aşikar bir tablonun ülkeye hakim olmasına engel olabilirlerdi.
10 Ağustos 2014 seçimleri aslında bizi daha fazla ayrıştırmadan yeniden bir toplum, bir millet yapacak asgari mutabakatlar üzerinde geniş katılımlı bir tarihsel uzlaşma sağlama yönündeki belki de yeni, ilk büyük fırsat idi.
Bugün içinde bulunduğumuz karanlık ve kanlı tünelden şikayetçi olan bazılarımız o fırsatı bir yıl önce tepti.
Tarih önümüze bu tip fırsatlar sermekte tahminimizden daha cömert olabilir. Bugünkü kanlı tablonun faturasını sorumlularına çıkartmadan önce o tarihi fırsatın nasıl bonkörce harcandığını hatırlamakta, hatırlatmakta ve 1 Kasım sonrası için ders almakta fayda var!
twitter: @akdoganozkan