Sosyal medyanın dağarcığımıza yakın tarihlerde kattığı ifadelerden biri de, "Dünyanın 1 dakikalığına güzelleşmesi!" Mesela, bir şehrin merkezi meydanlarından birinde bir sokak müzisyeninin enstrümanından yükselen ritme kapılan yaşlı bir kadın kendinden beklenmeyecek bir performansla dans etmeye başlıyor. Veya 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu keman çalarak meydandaki büyükleri büyülüyor. Video görüntülerini izlemişsek, sosyal medyadaki ifade şablonlarımız içinden hangisini kullanacağımızı iyi/kötü biliyoruz artık:
"Küçük kız eline kemanı aldı ve dünya 1 dakikalığına güzelleşti."
Koronavirüs salgını dolayısıyla küresel ölçekte yaşadığımız Karantina ya da Büyük Tecrit günleri bu türden, "dünyayı güzelleştirici" gösteri icralarımıza yeni bir boyut kazandırmışa benziyor. Bir bakıyorsunuz, İtalya’da bir apartmanın penceresinden dışarı sarkan genç bir adam günler belki de haftalardır sokağa çıkmayan mahalle sakinlerini saksafonunun hoş nağmeleriyle kendinden geçiriyor…
Bir başkası Bella Ciao parçasını mahallelinin pencerelerden, balkonlardan katılacağı şekilde icra ediyor…
Bir mahalleye sanki baskına gelir gibi gelen jandarma ekibi sokak ortasında araçlarından iniyor ve semt sakinlerinin pencerelerden tuttukları tempo eşliğinde tatlı bir parça çalıp söylemeye koyuluyor…
Böyle durumları nasıl yorumlayacağımızı biliyoruz artık: "filanca gelip araçlarından iniyor ve dünya 1 dakikalığına güzelleşiyor."
"Dünyayı güzelleştirici" bu tip icraat bir yeni salgın adeta. Bunun benzer örneklerini geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de de görmeye başladık. Son izlediğim video paylaşımlarından birinde, Zonguldak’ın bir bölgesinde polis ekipleri önce "sokağa çıkma, evde kal" anonsu yapıyor, ardından da araçlarından inip "Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları"nı çalarak asfalt üzerinde oyun havası oynuyorlardı. Sosyal medya paylaşımlarındaki ifadelere bakılırsa, bu sefer de "dünya 1 dakikalığına güzelleşiyor" idi.
Evlerine mahkûm durumdaki insanlara, bu olağanüstü şartlar altında müziğin diliyle yalnız olmadığını hissettirme, ümit aşılama, moral verme amacına dönük girişimler elbette ki bunlar. Ve bu amacın her bir yerel ölçekte önemli ölçüde hasıl olduğuna kuşku da yok!
Ancak, "Dünya’nın 1 dakikalığına güzelleşmesi" klişesine başvurmadan önce, oturup türcü bir anlayışla Dünya üzerindeki tüm canlıları köleleştiren, onlar üzerinde yıkıcı ve mutlak bir hakimiyet kuran "insanın" tesis ettiği bu düzeni sebep ve sonuçlarıyla birlikte geniş bir perspektiften sorgulasak mı, acaba?
Evin dışında gün boyu müzik dinleyebildiğimiz koşullar altında bile Dünya’yı ne hale getirdiğimiz ortada! Bu Büyük Tecrit günleri eğlenceyi ne pahasına olursa olsun sürdürmektense belki bize öncelikle kıymetli bir "düşünme" fırsatı sunuyordur, ne dersiniz? Es geçmesek mi?
Yeryüzündeki geçmişi 3,5 milyar yıla dayanan canlı yaşamının yüzde 95’ini bu zaman diliminin yüz binde biri gibi kısacık bir bölümüne sığan varlığıyla yok etmiş insan en büyük salgının bizatihi kendisi olabilir mi, acaba?
"Güzelleşmeden" önce, sadece son 150-200 yıl içinde zehre ve patojene boğduğumuz, konvansiyonel, nükleer ve biyolojik bir sürü silahla çevrelediğimiz dünyamız üzerinde yarattığımız "çirkinliklere" odaklansak, "yarasa çorbasını" kısa bir süreliğine kenara bırakıp onları mı "sorgulasak?"
İnsanın "iktisadi büyüme" fetişizminden ne pahasına olursa olsun vazgeçmeme arzusunun kendisini yakın bir gelecekte Koronavirüs'ten daha berbat ve daha ölümcül limanlara taşıma ihtimalini düşünsek mi? Koronagiller familyası mensubu virüsler ile laboratuvarlarında pervasızca oynadığımız biyolojik savaş araştırmaları merkezlerinden birinde pekâlâ gerçekleşebilecek sağlam bir "iş kazası" ile bile kendi canlılığımızın sonunu getirebileceğimizi kafalarımıza iyice soksak mı, mesela?
Dün 5 tonluk bir atom bombasıyla bir şehrin yarısını yok edebilen insanın bugün bir sivrisineğin 100 milyarda biri ağırlığındaki bir virüs sayesinde hasımlarıyla birlikte kendisini de tarihten silme potansiyeline sahip biyolojik silahlar geliştirmekte oluşunun bizi yarın ne tür sonuçlara sürükleyeceğini öngörmeye çalışsak mı?
Şu yaşadıklarımızın metalaştıramadığımız, köleleştiremediğimiz canlılara, sömürgeleştiremediğimiz, endüstrileştiremediğimiz canlı hayatına hiçbir "insani" değer atfetmeden kurduğumuz düzenle ilgisi olabileceğini düşünsek mi? Diğer canlıların yaşamıyla, genetiğiyle, DNA’sıyla, RNA’sıyla fütursuzca oynayarak yarattığımız ucubelerin yaratacaklarımızın teminatı olduğunu anlasak mı geç olmadan, acaba?
İlk olarak 2005’in Ekim ayında Manyas Kuş Cenneti (!) yakınlarında görülen "kuş gribi" vakalarını "kontrol altına alıyoruz" diyerek ve hastalığın köy tavukçuluğu yapılan 53 ile yayıldığını ileri sürerek, sadece o yıl yaklaşık 2,5 milyon civarında kanatlı hayvanı öldürdüğümüzü hatırlasak mı? Zaten kölelerimiz haline getirdiğimiz hayvanların küresel ölçekte milyarlarcasını endüstri baronlarının bir işaretiyle yakın tarihlerde katlettiğimizi, ama bunun "münferit" bir olay olarak kalmadığını ve bu işlemi aslında her gün sürdürdüğümüzü hatırımıza getirsek mi, bir kez daha acaba?
"Bulaşıcılığı çok güçlü, yoksa ölüm oranı sadece yüzde 3,4" dediğimiz Koronavirüs ile bunca kaybı yaşamayı başarmışken, yarın öbür gün "çok fazla bulaşıcı değil ama yüzde 34’lük ölüm oranına sahip" denilen MERS virüsünden, ya da yüzde 10’luk ölüm oranına sahip olduğu söylenen SARS virüsünden, mesela Koronavirüs kadar bulaşıcılığa sahip patojen türevlerini laboratuvar ortamında geliştirmeye kalktığımızda neler yaşayabileceğimizi düşünsek mi?
Vatandaşları için bırakın respiratör valfini, üç kuruşluk ağız maskesi üretmekten bile imtina eden devletlerin silahlanma uğruna milyarlarca dolarlık bütçeler harcamaktan çekinmediğini görsek mi?
Hele hele tanrısı devlet, dini militarizm olan toplumları neyin bekleyebileceğini görmek için bir fırsat olabilir mi acaba bu pandemi?
Tüm yok edici sonuçlarına rağmen bu salgın elbette bir gün gelip geçecek. Ama aşılanıp onu arkamızda bırakarak yolumuza kaldığımız yerden, hiçbir şeyi değiştirmeden aynen devam etmenin, o çok iyi bildiğimiz eğlence endüstrisi araçları ve zafer nidalarıyla dünyamızı "güzelleştirmeyi" sürdürmeye odaklanmanın ilerde daha büyük felaketler ve daha ölümcül bedelleri kolaylaştıracağını anlasak mı acaba?
Büyük Tecrit’in bittiği o günü yeni bir "Zafer Günü" ilan edip yola aynı şekilde devam edersek…. "Aaaa nerede kalmıştık" deyip, sonra da "hah evet 18 derece C sıcaklık değerlerini görmüş Antarktika’da eriyip suya karışan buzullarımızı, Avustralya ve Kaliforniya’da mera ve orman yangınlarını izliyorduk en son" şeklinde hafıza tazelersek…. Her yıl 26 milyon hektar ormanlık alanını yitiren Dünya’mızda son kalan canlı türünü de tüketene kadar sınırsız bir sömürgeci türcülüğü ve aymazlığıyla bildiğimizi okumayı sürdürürsek… Kendimizi çok da uzak olmayan bir tarihte yeni bir felaketin göbeğinde bulmamız kaçınılmaz olmaz mı sizce?
Ne dersiniz? İfade dağarcığımıza, "Tam filanca olacaktı, Dünya 1 dakikalığına düşündü" şeklinde yeni bir kalıbı katmanın zamanı gelmiş olabilir mi?
Twitter: @akdoganozkan