Rusya'nın Soçi kentinde gerçekleştirilen üçlü zirvenin ardından, herkes Suriye hükümetine muhalif çok sayıda silahlı İslamcı grubun karargâhı konumundaki İdlib özelinde nasıl bir karar alındığını, bölgenin akıbetinin ne olacağını ciddi bir şekilde merak ediyor. El Kaide uzantısı cihatçı grupların Suriye coğrafyasında başkaca da bir kalesi kalmadığı için, Ankara’nın çatışmasızlık bölgesi kurma konusunda geçen beş ay zarfında pek de başarılı olamadığı İdlib’te ilerleyen günlerde neler olacağı bölgedeki tüm aktörler için büyük önem taşıyor.
Siyasi gözlemcilerin büyük çoğunluğu bu sorunun cevabını öğrenmek için Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in zirve sonrasında yaptığı açıklamalara, bu açıklamaların tonuna ve satır aralarına yerleşmiş olabileceği düşünülen mesajlara bakıyor, buralardan geleceği okumaya çalışıyor. Böyle olunca da, sanki bölgenin kaderi bu iki liderin kendi aralarında varacakları mutabakata bağlıymış gibi bir hava doğuyor. Oysa burası Orta Doğu ve burada herhangi bir konuda belirleyici aktör sayısı, her zaman için sizin tahmin ettiğinizden en az bir fazla çıkabiliyor.
İdlib denklemi özelinde bahsettiğim “diğer” aktör aslında sürpriz değil. Son zamanlarda sahadaki kazanımlarıyla İdlib bölgesinin neredeyse yüzde 90’a yakın bir bölümünü elinde tutan, El Kaide uzantısı Heyet Tahrirü’ş Şam (HTŞ) örgütü. Daha doğrusu, bu örgütün lideri Ebu Muhammed el Culani. Yani, Suriye El Kaide’si olarak bilinen Nusra Cephesi’nin HTŞ ismini almadan önceki Emir’i.
HTŞ neden önemli ve neden belirleyici bir aktör?
HTŞ önemli, çünkü, Suriye Savaşı’nda çok net bir biçimde gördüğümüz gibi, El Kaide Orta Doğu’daki hemen her büyük gücün düşmanına altın tepside armağan etmeye çalıştığı bir hediye (!) işlevi görüyor. Öyle ki, işin içinde stratejik çıkarlar var ise, taraflar “hediyenin” bir bölgeden başka bir bölgeye transferini dahi üstlenilebiliyor!
HTŞ yine önemli, çünkü, bölgede çok sayıda El Kaide türevi örgüt faaliyetteyse de, bunların çok büyük bir bölümü son zamanlarda sahada ciddi kazanımlar elde eden ve birlik temasını öne çıkartan HTŞ çatısı altında konsolide oluyor.
HTŞ yine önemli, çünkü Batı’nın “terör örgütü” olarak değerlendirdiği bu örgüt, bölgenin geleceğinde söz sahibi olabilmek için epey bir zamandır güçlü aktörlerin dikkate aldığı, muteber bir aktör olmak uğruna bir tür “algı savaşı” da veriyor. Nasıl veriyor bu savaşı? Eski el Kaideciler gibi “küresel cihat” peşinde koşan ve bu nedenle Batılı ülkeleri ürküten bir örgüt olmaktan uzaklaşarak, yerel ölçekte bir cihad hedefi gözeten ve bunun için yerel halk tabanını ve “mücahitlerin birliğini” çok önemseyen bir yaklaşım tutturuyor. Bu doğrultuda da, radikal fanatizmden pragmatizme doğru kayıyor.
Bu saydıklarımın pratikteki bir karşılığı da, Ankara’yı 2-3 yıl öncesine nazaran daha fazla önemsemeleri. Hatta Ankara’nın bölgedeki askeri operasyon planlarına dolaylı destek açıklamaları. Ankara’ya bu desteği vermekten imtina eden cihatçı bileşenleri çatı yapılanması içinde ikna etmeye çalışmaları, bunda başarılı olamayınca -Fırat’ın doğusuna yapılacak bir Ankara operasyonuna destek vermeyi reddeden Ebu el Yakzan el Mısri örneğinde gördüğümüz gibi- bu kişi ve grupları tasfiye etmeleri.
Bütün bunların sonucunda da, HTŞ her ne kadar ideolojik çizgisi itibarıyla içinden geldiği el Nusra geleneğinden çok uzak bir noktada değilse de, pragmatikliğiyle ve köşeli taraflarını yumuşatmasıyla o çizgiden uzak bir görüntü veriyor.
Dolayısıyla, her ne kadar bölgenin kaderini tayin noktasında gözler Putin ile Erdoğan’a dönüyor ve onların nasıl bir yol haritasında anlaştığına ya da anlaşacağına bakıyor idiyse de, geçmişte yapılan hata ve yanlışlardan ders çıkarmış ve bölgenin neredeyse tamamına hakim konuma gelmiş olan HTŞ örgütü, kitle tabanı olan bir direniş cephesi oluşturma anlamında kendisini bir dönemin Lübnan Hizbullahı gibi de konumlayarak, taleplerini dikkate almayan planların başarısız olacağını ve başlarına büyük bela alacağını herkese hissettiriyor.
Ankara ile Moskova arasında geçtiğimiz yılın sonbaharında varılan İdlib mutabakatının gereklerinin geçen 5 aya rağmen yerine getirilememiş olması biraz da bu hissiyatın alınmış olmasıyla alakalı.
Bütün bunlarla, HTŞ “ılımlılaşıyor” demek istemiyorum. Ama daha yüzeysel bir bakışla bu şekilde düşünülürse konu belki daha kolay da anlaşılabilir. Yine de bu noktada, yanlış anlaşılmamak adına ne demek istediğimi biraz açayım. Bizler Suriye Savaşı boyunca çok sayıda tarafın silahlı muhalefete bakarak kendilerince bir “terörist” ve “ılımlı” gruplar ayrımı yaptığını gördük. Aslına bakarsanız, ortada hiçbir zaman örneğin Batı’daki şekliyle bir demokratik toplum” kavramını benimsemiş, bu doğrultuda örneğin bölgenin kuzeyindeki küçük Dürzi topluluğa da söz, karar ve yetki tanıyabilen bir “ılımlı” cihatçı yapı yoktu. Nitekim bugün de yok!
Cihatçı grupların ideolojik arka planı birbirinden dün de çok farklı değildi, bugün de farklı değil. Pratikte ise durum şuydu: Bir yanda, kendilerine silah verilip eğitilen ve Şam Yönetimi’ne karşı savaşması beklenen cihatçı gruplar vardı, ki bunlara “ılımlı” denildi, deniyor. Bir de küresel ve bölgesel güçlerle anlaşma yapmaktan imtina eden, ama bu halleriyle de zaman zaman “kullanışlı” olabilen -yani yukarıda belirttiğim gibi düşmana altın tepside armağan olarak “kistik” hediye gibi sunulabilen- güçler vardı ki, bunlar da “terörist” damgası yiyordu, yiyor. Ancak “ılımlılık” Orta Doğu’da plastik bir kavram. Her an bir grup ya da örgüt “ılımlılar” ligine terfi ettirilebiliyor.
Suriye’deki El Kaide uzantıları da “terörist” damgasından kurtulmak için bir iki kere isim değiştirerek imaj yenileme yoluna gitti. Hatırlanacağı gibi, Irak İslam Devleti’nin Suriye ayağını oluşturmak için geldiği Bilad-ı Şam’da, 2013 yılı Nisan ayında el Kaide’ye biat ederek Ebubekir el Bağdadi’den ayrılan Ebu Muhammed el Culani, kendi örgütü olan Nusra (Nusret) Cephesi’ni kurmuş ve bunun liderliğini yürütmüştü. Batı’da terörist damgası yemekten bir türlü kurtulamayan bu örgütü Temmuz 2016’da dağıtarak imaj yenileme yoluna giden el Culani, bu kez Şam’ın Fethi Cephesi’ni kurmuştu. Culani, artık örgütün el Kaide çizgisinden koptuğunu iddia ediyordu. IŞİD’in Suriye ve Irak sahasında güç kaybettiği ve NATO ile Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin “ılımlı” grup arayışında olduğu bir dönemde gerçekleşen bu ayrılık ilanı çok önemliydi. Ancak Batı medyasında röportajları yayınlanan Culani’nin bu girişiminin Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad es Sani’nin projesi olduğu öne sürülünce örgüt bir başka çıkmaz daha yaşadı. Culani Birleşmiş Milletler’in halen “terör listesindeki” örgütünü bu yaftadan kurtulabilmek için onu da tasfiye ederek, kendisine bağlı yaklaşık 25 bin civarı güçle Ocak 2017’de bu kez Heyet Tahrirü’ş Şam (HTŞ) örgütünü kurdu. Halep’in Suriye Arap Ordusu’na bağlı güçler tarafından kurtarılması ve cihatçıların yenilgiye uğratılması akabinde İdlib bölgesindeki silahlı cihatçı örgütler çok sayıda bölünme, parçalanma ve birleşmeler yaşadı. HTŞ’ye katılmayan ve el Kaide bağlantısını devam ettiren cihatçıların bir kısmı Ankara’nın bölgedeki operasyonlarını başından bu yana desteklemeyen Hurasseddin isimli bir örgüt kurdular. Nihayetinde bölgedeki örgütlerin iç çekişmeleri ve hatta aralarındaki silahlı çatışmalar sonucunda bugün geldiğimiz noktada HTŞ İdlib’in neredeyse tek hâkimi oldu.
Şimdi işte o HTŞ’nin son aylarda epeyce pragmatist bir dil ve tutum belirlediğini, Ankara’ya operasyonel destekler vermekte olduğunu ve “yeni-ılımlı” muteber bir algı oluşturarak Ankara üzerinden belki Washington nezdinde de kabul görme çabası içinde olduğunu, neticede Suriye’nin kuzeybatısında geçici değil kalıcı bir varlık olmaya çalıştığını görüyoruz. Bir başka deyişle, diğer örgütlere “çatıda birliği” öne çıkararak yaklaşan ve pragmatizmin dozunu artıran örgütün İdlib’te Şam Yönetimi’ne tabi olmayan entitelerine bir politik meşruiyet sağlama çabası var. Bu yoldaki pragmatizme karşı çıkan grup veya isimleri tasfiye etmeye çalışan yaklaşımın şampiyonluğunu da tabii ki örgütün lideri Muhammed el Culani yapıyor.
El Culani’nin en çok önemsediği husus, birlik. Ama örgütlerin birleşmesi değil. Çatıda bir birlik, ittifak sağlanması. Yenilgilerin ardında bu birliği tesis edememeleri olduğunu düşünüyor Culani ve İdlib’deki bütün cihatçı bileşenlerin HTŞ’nin ve onun Ankara’ya verdiği desteğin arkasında birleşmelerini sağlamaya çalışıyor. Örgüte belki yeni bir açılım hatta belki yeni bir isim/imaj getirmeye çalışan el Culani’nin Hurasseddin örgütü ile yaptığı ve geçen hafta sözünü ettiğimiz anlaşma da bu yöndeki gayretlerin sonucu.
Gelelim, NATO ve KİK ülkelerinin bölgedeki El Kaide türevi yapılanmalara bakışına… Yukarı da söylediğimiz gibi, El Kaide, Ortadoğu’daki hemen her gücün düşmanının kucağına bırakıp armağan etmeye çalıştığı bir hediye (!) 2003 yılında Şam yönetimi yüzlerce El Kaide savaşçısını Irak’taki ABD operasyonlarını baltalamak üzere o bölgeye göndermişti. ABD de binlercesini Suudi Arabistan’ın da finansmanına katıldığı bir proje ile Rusların operasyonlarını sabote etmek üzere Afganistan’a, Şam Yönetimi ile İran’ı sabote etmek üzere de Suriye’ye gönderdi. Şimdi ortada İdlib bölgesine sıkışmış olan bir el Kaide varlığı var. Batılı devletler bu durum bu şekliyle devam ettiği müddetçe bundan rahatsız değiller. Onlar, İdlib’in tüm El Kaide bağlantılı milis güçlerini içine hapseden ve dolayısıyla Avrupa’ya bulaşmaları, 1-2 yıl önce olduğu gibi kıta Avrupa’sına terör taşımaları engellenmiş bir bölge olarak kalmasını istiyor. Yani, Suriye’nin kuzeybatısında bir “El Kaideistan” olacaksa, bu durum bölgedeki dinamikleri anlamaktan artık çok uzağa düşmüş NATO üyesi Batılı ülkeleri rahatlatacaktır da. Dolayısıyla bölgedeki başka gelişme ve dinamiklere ses çıkartmama pahasına, gerçekleşmesi yolunda Ankara’ya destek de verebilecekleri bir senaryo bu.
Ankara ise aslında HTŞ’yi bir yandan terörist bir örgüt olarak görüyor, Rusya ile o bölgedeki terörist unsurları elimine etme planları yapıyor. Ama bir yandan da onunla doğrudan bir çatışma içinde olmaktan kaçınıyor, onun bölgedeki idari hakimiyetine ses etmiyor, hatta bölgedeki gözlem noktalarının tesisinde bu örgütün desteğini arkasına alıyor. Ve bu arada HTŞ’nin bölgedeki askeri hakimiyetini pekiştirme sürecinde suskun kalıyor, hatta onu 30 Mayıs 2017’de -Arap ve Türkmen muhalif bileşenlerden teşekkülle- kurulan Suriye Milli Ordusu’na entegre etme çalışıyor.
Eğer böyle bir katılım gerçekleşir ise, örgüt, yeni bir açılımla taleplerine hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde tartışılabilen politik bir meşruiyet kazandırma imkanına da kavuşabilecek…
Kısacası, İdlib, ateşten kestanenin alınmasının kolay olmadığı bir “El Kaideistan” adeta! Ve bu “El Kaideistan” sularında tüm aktörler girdikleri tehlikeli oyunlar içinde şu ana kadar emniyetli oynama çabasında… Bundan sonrasının nasıl oynanacağını hep birlikte göreceğiz. Ama kesin olan bir şey var ki, bölgenin kaderi başta da söylediğimiz gibi sadece Soçi zirvesindeki liderlerin iki dudağı arasında değil!
twitter: @akdoganozkan