Geride bıraktığımız Eylül (2014) ayında medyada öne çıkanlara –aslına bakarsanız çoğunlukla çıkmayanlara (!)- kişisel ve mecburen taraflı bir bakış isterseniz, buyurun buradan okuyun...
Eylül ayında bence Türkiye’de ayın insanı, 30 yıla yakın bir süredir Dalyan’ın İztuzu kumsalında üreyen deniz kaplumbağalarının (caretta caretta) ve bölgenin korunması için var gücüyle mücadele eden 91 yaşındaki İngiliz çevreci June Haimoff oldu. İlk görüşte aşık olduğu Dalyan’a 1970’lerde yerleşen June Haimoff 4.5 km’lik İztuzu kumsalının yapılaşmaya açılmasını engellemek için 1980’lerin sonunda uluslararası bir kampanya yürütmüştü. Hükümete ve tehditlere rağmen başarıya ulaşan Haimoff, mücadele sürecinde Deniz Kaplumbağalarını Koruma Vakfı’nı da kurmuştu. “Kaptan” lakaplı bu kadın benim kahramanlarımdandır. Bugün onun mücadele ve azmine yeniden ihtiyaç duyduğumuz bir süreçten geçiyoruz. Zira onun yıllardır koruma çalışmaları yaptığı İztuzu kumsalının işletmesi belediyeden alınarak özel bir şirkete verildi ve ticari ranta açıldı. Haimoff, Caretta caretta’ların ürediği ve dünyada eşi benzeri olmayan İztuzu kumsalında şimdi bu kararın geri alınması için mücadele veriyor.
Aslında İztuzu Kumsalı Günübirlik tesisleri 16 yıldır, Dalyan Ağzı Günübirlik Alan ve Tesisleri ise 8 yıldır Dalyan Belediyesi tarafından işletilmekteydi. Ancak 2014 yerel seçimlerini takiben Dalyan Belediyesi Ortaca Belediyesine bağlanınca mevzunun rengi, Dalyan’ın kaderi değişti. Ve her iki kumsal da ihalesiz olarak Dalçev A.Ş. adlı özel bir şirkete 8 yıllığına kiralandı. Haimoff, bu işletme devrinin iptali için insan zincirlerinden imza kampanyalarına birçok etkinliğe destek verdi. Son yıllarda rant uğruna bütün derelerine, ormanlarına ve kumsallarına girilen Türkiye’de onunki örnek bir mücadele idi. Guardian gazetesinden Liz Boulter, Türkiye’nin bu cennet bölgesine sahip çıkan Haimoff’u ve mücadelesini 25 Eylül 2014 tarihinde haberleştirdi. Haimoff’un da bir parçası olduğu İztuzu Kumsalını Kurtarma Platformu son olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Muğla Valiliği’ne hitaben bir online dilekçe hazırladı ve İztuzu Plajının her iki yakasının kiralanması işlemlerinin iptalini talep etti. Türkiye şimdi bir asra yaklaşan ömrünün büyük bir kısmını hasrettiği mücadelesinde Haimoff’a, Haimoff da bizlerin desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyor.
Eylül ayında “Dünyada Ayın İnsanı,” kanımca Irak Şam İslam Devleti IŞİD'in denetiminde olan Suriye'nin Rakka şehrindeki korkunç manzarayı ve olan biteni hayatlarını riske atmak pahasına gizlice belgeleyen “Raqqa Sessizce Katlediliyor” (Raqqa is being slaughtered silently) grubunun habercileri oldu. Onlar 2014 yılı Nisan ayından bu yana Rakka’dan haber ve bilgi geçiyorlardı. 17 kişilik grubun bir üyesi IŞİD tarafından yakalanıp öldürülünce 16 kişi kaldılar. 12’si şehrin içinde, 4’ü ise şehir dışında gizlice faaliyet gösteren bu Rakkalı grup üyeleri, çocukların IŞİD celladı olmak için eğitilmeye zorlandığı, kadınların da babalarınca IŞİD militanları ile “evlendirildikleri” bu şehirde yaşananları belgeleyip http://www.raqqa-sl.com adresinden ve twitter hesaplarından dünya ile paylaşıyorlar.
Grup üyelerinden biri bir tıp öğrencisiyken kendisini bir anda grubun kurucu üyeleri arasında bulan Ebu İbrahim Rakkavi (22). Eylül ayında, Vice News’tan Alice Speri’nin sorularını yanıtlayan Rakkavi, bir zamanlar kadın doktorların, kadın avukatların bulunduğu şehirde bugün ne bir üniversitenin ne de lisenin faaliyette olduğunu, tamamen çarşafa girmiş kadınların siyah renk dışında bir ayakkabı giymelerinin dahi yasak olduğunu anlattı. Ellerinden bazı evleri, apartmanları alınan Rakka halkının canlı kalkan olarak kullanıldığını aktaran Rakkavi, IŞİD'in sadece kadın militanlardan teşekkül eden El Hansa Tugayı'nın şehirde yapıp ettiklerinden ve recm cezasına çarptırılan kadınlardan söz etti.
IŞİD’in 11 Haziran'da kaçırdığı Musul Başkonsolosu ve 48 çalışanının, 20 Eylül’de serbest bırakılarak Türkiye'ye getirilmesi Eylül 2014’te “Ayın Olayı” idi bence. Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz, serbest kaldıktan sonra yaptığı açıklamada, “Başka ülkelerin gazetecileri hunharca başları kesildi. Bazen televizyon izleme şansımız oldu, bazen de aylarca izleyemedik. Video izletmeyi çok seviyorlardı. Moralimizi bozmak için görüntüleri bizlere de izlettiler. Amaçları morallerimizi bozmaktı” dedi.
Devlet ise önce “MİT başarılı bir operasyon yapmıştır” dedi. Cumhurbaşkanımıza göre, operasyon “önceden planlanmış, tüm detayları hesap edilmiş, tam bir gizlilik içinde gece boyu devam ederek, sabaha karşı başarıyla tamamlanan bir operasyon” idi. Başbakan Davutoğlu’na göre ise ortada operasyondan ziyade “diplomatik temas” vardı. Zira Davutoğlu, “Sabaha karşı saat yarım sularında temaslarımız yoğunlaştı ve sabah 05.00’de de ülkemize geldiler,” demişti.
IŞİD’in Musul’a gümbür gümbür girdiği günün öncesinde tüm yabancı elçilikler mensuplarını tahliye ederken, biz niye “önceden planlanmış, tüm detayları hesap edilmiş, tam bir gizlilik içinde gece boyu devam ederek, sabaha karşı başarıyla tamamlanan bir” tahliye işlemi gerçekleştirememiştik acaba? Bu sorunun cevabını uzun bir süre bilemeyeceğiz. Tıpkı neyin vatandaşlarımızın kurtulmalarını sağladığını bilemeyeceğimiz gibi. Gerçekten de El Monitör gazetesinin yazdığı gibi, 49 rehine karşılığında Türkiye 180 IŞİD militanını IŞİD’e teslim mi etmişti, yoksa işin içinde başka bir şey mi vardı, bilmiyoruz.
Hatırlanacağı gibi, IŞİD'in Haziran ayında toplu katliam yaptığı Tikrit'te Iraklı bir asker ölü taklidi yaparak hayatta kalmayı başarmıştı. Bizim rehinelerimiz nasıl rehine olmuş nasıl teslim edilmişlerdi? Yoksa, bizim vakada ölü taklidi yapan Türk dış politikası mı olmuştu?
Eylül 2014’te Ayın Manşeti kanımca 28 Eylül 2014 tarihinde “Başörtüsüyle IŞİD Örtülmez” manşetiyle çıkan ve adeta geçen ayı 3 kelimeyle özetleyen Taraf gazetesine aitti. Murat Şevki Çoban’ın eski müftü, CHP’li İlhan Özkes ile yaptığı söyleşiden hareketle haberleştirilen manşetin altında, “Ortaöğretimde başörtüsü, IŞİD’in üstünü örtme planıdır. Musul’da 49 kişiyi kim verdi? 77 milyon ne olduğunu hâlâ bilmiyor. Minnacık kızlara başörtüsüyle IŞİD’i örtemezler,” satırları dikkat çekiyordu. Söyleşide 10 yaşındaki çocuklara başörtüsü giyebilme imkânı tanıyan AKP’nin bu kararının bir özgürlük arayışını yansıtmadığı, Alevilere inanç özgürlüğü vermeyen partinin kendi dışındakilere hak-hukuk tanımadığı vurgusu öne çıkıyordu.
Kanımca “IŞİD’de MKE Damgalı Mühimmat” (9 Eylül Taraf) başlıklı haberiyle Hüseyin Özay ve Ziraat Bankası New York Şubesi’nin faaliyetlerinin FED tarafından durdurulduğu iddialarını değerlendirerek “Ziraat New York Faal mi” (10 Eylül Cumhuriyet) başlıklı haber yorumu kaleme alan Çiğdem Toker, Eylül ayının en iyi habercileri arasında yerlerini aldılar.
İlk haberde, güvenlik uzmanlarının IŞİD’in bombalı terör saldırılarında kullandığı mühimmatları incelediği hatırlatılarak şöyle deniliyordu:
“Bu incelemeler sonucunda da, terör örgütünün bombalı eylemlerde kullandığı mühimmatın da MKE damgalı olduğu görüldü. Bombalı saldırı sırasında bazı örgüt üyeleri ölü ele geçirilmişti. Bu kişilerin üzerindeki mühimmatlar da MKE damgalı çıktı.”
Çiğdem Toker’in yazısında ise FED’in, geçen haziran sonunda Ziraat Bankası New York Şubesi’nden Haziran-Aralık 2012 tarihleri arasındaki “şüpheli işlem” etkinliklerini de içine alan kapsamlı bir “Uygunluk Planı ile “kara para ile mücadele için eylem planı” istediği hatırlatılıyordu.
Özellikle eğitim alanındaki uzman yazılarıyla tanıdığımız New York Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Selçuk R. Şirin’den geldi. 15 yaş gençlerin global ekonomide rekabet becerilerini ölçen PİSA testi sonuçlarında Türkiye’nin OECD içinde ya en başarısız ülke ya da en başarısızlardan biri olduğuna işaret eden Hürriyet gazetesi yazarı Şirin, “Okullar açılıyor sistem dökülüyor” başlıklı ve 17 Eylül tarihli yazısında, “Kanaatim net, karnesi bu kadar zayıfla dolu bir ülke bilgiye, beceriye dayalı küresel ekonomide bırakın ilk 10’a ilk 20’ye bile giremez,” diyordu.
Sanırım 6 Eylül 2014 tarihli Taraf gazetesinde “Değişemeyen CHP” başlıklı yazısıyla Ümit Kardaş’tan geldi. Kardaş, yazısında 5-6 Eylül 2014’te 18. Olağanüstü Kurultay’ını gerçekleştiren CHP’nin nasıl değişip gerçek bir sosyal demokrat partiye evrilebileceği sorusuna cevap arıyordu. CHP’nin tarihsel bagajını boşaltarak, kendi tarihiyle, gerçeğiyle ve yanlış politikalarıyla yüzleşerek önünü açması gerektiğini düşünen yazar partinin halk kesimleriyle bu şekilde barışabileceğinin altını çiziyordu. Kardaş’a göre, CHP’nin değişim vaat eden bir program için de, 6 oktaki ilkeleri şu şekilde yeniden tanımlaması gerekiyordu: “Demokrasiyle taçlanmış cumhuriyet, Barışçıl yurtseverlik, Sosyal devlet, Hukuk devleti, Demokratik laiklik, Devamlılık içinde değişim.”
Öte yandan, aynı gazetenin 9 Eylül tarihli sayısında “CHP’li Valiler, Kaymakamlar” başlıklı bir yazı kaleme alan Yüksel Taşkın da, Türkiye siyasetinin rövanşist zihniyetine mükemmel bir gözlemle parmak bastığı yazısıyla ayın en iyi köşe yazılarından bir diğerine imza attı. Muharrem İnce’nin iktidar özlemi duyan CHP’lileri etkileme üzerine kurulu kurultay konuşmasında “CHP’li kaymakam, vali” vaadinde bulunduğunun altını çizen Taşkın, Türkiye siyasetinin rövanşist öfke damarının beslendiği damara dikkati çekerek CHP’ye ciddi bir uyarı yapıyor ve demokrasi açısından aslolanın CHP dâhil tüm muhalefet partilerinin, halka asla rövanşizm yapmayacakları güvencesi vermek olduğunu ifade ediyordu.
Birgün gazetesinin renkli yazarlarından Kaan Sezyum, 2 Eylül 2014’te geçen ayın en keyifli yazılarından birine imza attı. Ben “keyifli” diyorum ama, Sezyum’un “Başbaşı dinliyorum gözlerim kapalı” başlıklı yazısı baştan sonra acı bir ironi yüklüydü. Sezyum, bu yazısında özetle “tek simit, tek gömlek, 301 hayat” diyordu. Nasıl mı varıyordu bu “eşitliğe”? Şöyle:
“Soma’da simitle çalışan Bakan geliştirmiştik bir ara. Büyük teknoloji var devletimizde, nereden aklıma geldiyse? Tek simit, tek gömlek, 301 hayat. Hayat bizimle daha kısa, çünkü biz hata yapmayanlarız. Yapsak bile, takipsizlik ne günler için duruyor? Salıverin küçük enişteleri, kardeşleri, evlatları gitsinler. Ülkenin ilerlemesini çekemiyorsunuz. Biz ilerliyoruz, size bu kadarı yeter.”
Birikim Dergisi’nin Eylül 2014 tarihinde yayınlanan 305. sayısında Mehmet Nuri Gültekin imzalı ve “Suriyeli Sığınmacılar Meselesi ‘Hassas Vatandaşlara’ mı Havale Ediliyor” başlıklı yazısı, geçen ayın en informatif, en ufuk açıcı fikir yazılarından biri oldu.
Gültekin yazısında, sığınmacı sayısındaki ani ve hızlı yükselişle hareketlenen sınıfsal karşılaşmalara ve emek piyasasındaki dönüşümlere dikkat çekerek, kârın maksimizasyonu için insani gelişimin ve sosyal adaletin nasıl da ihmal edildiğine vurgu yapıyordu. Sınırdaki kentlerde ırkçı linç hezeyanlarıyla kendini dışa vuran olaylara gösterilen hoşgörüye son verilmesi gerektiğinin altının çizildiği yazıda, “mültecilik bir haktır, mülteci de insan” hatırlatması yapılıyordu.
Eylül ayında “Ayın Kitabı, kanımca Hayko Bağdat’ın İnkılap Kitabevi’nden çıkan “Salyangoz” isimli kitabı oldu. Yazarın “Ermeniliğe vedam” diye nitelediği kitap basında da epeyce yankı buldu. Bağdat’ın çocukluk, bıçkın ergenlik, askerlik anılarına ve Taraf’taki köşe yazılarından bazılarına yer verdiği bu ilk kitabında Hrant Dink, 1915 ve 6-7 Eylül ile ilgili de bazı öyküler yer alıyordu. Kitaba yönelik eleştiriler de vardı. Hayko Bağdat, Ermenilerin kitapta sürekli acıyla, zorluklarla anılıyor olmasından rahatsız olan, bu nedenle bir miktar samimiyet sorgulaması da yapan Agos gazetesinden Lori Sarı’ya verdiği söyleşide, “Bu toplumda bir samimiyet sorgulaması var; ‘sen bunları söylüyorsun ama gerçekten öyle mi?’ diye soruluyor. Ben bu kitapta gömleğimi çıkardım artık, vücudumu çıplak gösteriyorum. Pantolonumu da çıkarmamı istemeyin, ayıp olacak,” diyordu. Bağdat, Sarı’nın “şimdi elinize kitabı aldığınızda nasıl hissediyorsunuz” sorusuna ise 19 Eylül tarihli Agos’ta şöyle yanıt veriyordu: “İyi, ama bir şeyler daha yazacaksam, ‘Salyangoz’ gibi bir kitaptan üç tane daha yazmam. ‘Salyangoz’da anlattım, rahatladım, bitti, gitti, yolu açık olsun. İçindeki bilgilere gerek duyan kullansın. Çünkü bu kitaptaki bilgi, özellikle belli bir aşamasına kadar, tartışmasız, üzerine polemik yapamayacağınız bir bilgidir. Haldir, bir insan halidir, gerçektir.”
Bence Eylül 2014’te “Ayın TV Programı” 24 Eylül akşamı Ahmet Hakan’ın CNN Türk’te sunduğu Tarafsız Bölge programı oldu. Programın ilk bölümüne konuk olarak katılan Metropoll Arş. Mrk. Başkanı Prof. Özer Sencar, Türk halkının İŞİD’e yönelik algısının ne olduğuna yönelik araştırmalarının sonuçlarını paylaştı. Sencar’ın “Türkiye’nin Nabzı” ismiyle her ay Metropoll aboneleri için yaptırdığı araştırma, hükümetin Kürtleri terbiye etmek için kullandığı IŞİD’e Türkiye’deki sınırlı sempatinin sanıldığı gibi “radikal İslamcılardan” değil, toplumun en az eğitimli kesimleri olan “geleneksel muhafazakarlardan” geldiğini ortaya koyması bakımından çok önemliydi. Ahmet Hakan’ın en zorlu konuları bile anlaşılır hale getirmede başarılı moderasyon tarzı sayesinde araştırmanın karmaşık gibi görünen pek çok cephesi berrak bir hale geldi. (Ama yine de ben bu sonuçları duyunca, “keşke Türk toplumundaki “ağabeylik müessesesinin” sosyolojik olarak incelenmesi gerektiğini ısrarla vurgulamış olan Prof. Dr. Şerif Mardin de orada olup Metropoll’den çıkan bu son sonucu bizim için yorumlayabilseydi” diye düşündüm.)
Programın ikinci bölümünde, bir yönetmelik değişikliği ile orta öğretim kurumlarındaki kız öğrencilere getirilen başörtüsü serbestisi işlendi. Ahmet Hakan’ın konuyu ısrarla “orta eğitimde başörtüsü serbestisi” ile sınırlaması gereksiz tartışmaya girilmesini bir ölçüde engellediyse de, İhsan Özkes ile Özlem Zengin’in konuya dair bu sınırlamayı yer yer yer gözetmeyen polemikleri izleyicilere “renkli” dakikalar yaşatmadı değil. Ama sanırım tartışmaya asıl damgasını eğitimdeki bütün adımların “dindar nesiller yetiştirmek” üzere atılmasından duyduğu rahatsızlığı örneklerle somutlaştıran Orhan Kemal Cengiz vurdu.
Kanımca ayın söyleşisi, Agos gazetesinden Emre Can Dağlıoğlu’nun “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” kitabının yazarı Prof. Erik-Jan Zürcher ile yaptığı söyleşi oldu. Prof. Zürcher, 26 Eylül 2014 tarihli Agos Gazetesi’nde yayımlanan söyleşisinde “Yeni Türkiye,” “restorasyon,” “1920 ruhu,” “devlet-millet karşıtlığı” gibi kavramlara dışardan bir bakış atarak, AK Parti’nin geçmişe bakışını irdeliyordu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sıklıkla referans verdiği 1920 Meclisi’nin kati amacının sultan ve halifeyi savunmak olduğunu söyleyen Zürcher, bu mecliste bir cumhuriyet kurmak fikrinin bile daha ortada olmadığını vurguladıktan sonra, “Erdoğan bunun farkında mı?” diye soruyor ve ekliyordu:
“Evet bu savaş çok açıkça Anadolu topraklarında Ermeni ve Rumların siyasi kurumlar inşa etmelerini engellemek içindi. (...) Savaşın milliyetçi liderlerinin yerleştiği Ermeni ve Rum evleri bile bu hikayeyi kendiliğinden çok iyi bir şekilde anlatıyor.”
AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın Ekim ayındaki HSYK seçiminde hükümetin desteklediği “Yargıda Birlik Platformu” kaybederse, sonucu tanımayacaklarını ve “gerekeni yapacaklarını” söylemesi “Yeni Türkiye”yi tarif eden mükemmel bir demeç olarak tarihe geçti sanırım. AKP’li Mahir Ünal, tam olarak şöyle demişti: “Biz sandıktan milletin oyları ile çıkmış, milletin iradesini temsil eden seçilmiş hükümetiz. Dolayısıyla milletin iradesi dışında birtakım ayak oyunları ile hareket edenlere milletin temsilcileri olarak izin vermeyiz. (...) Ne gerekiyorsa yaparız”
Yani...
Yani... Sandık kutsaldır. Tabi, eğer içinden biz çıkarsak!
Çıkmazsak... Çıkmazsak gerekeni yapar, icabına bakarız!
twitter: @akdoganozkan