İlkokul sıralarında sıklıkla söylediğimiz bir şarkıydı: “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.”
Ahmet Kutsi Tecer’in şiirini temel alan şarkı henüz küçük yaşta bir çocuğun kendi memleketinde gitmediği, görmediği köyler, kasabalar, hatta şehirler olmasının doğallığına vurgu yapmıyordu. Vardı ve bizimdi! Övünç istiyordu ama...
Gitmediğimiz görmediğimiz köy...
Yatmadığımız kalkmadığımız ev...
Duymadığımız, tınmadığımız ses,
İnmediğimiz çıkmadığımız dağ...
Ve dönmediğimiz varmadığımız yol...
Saf hüzne buluyordu bizleri o yaşta. Bu sözleri bize sık sık söyletenler ne düşünmüştü bilmiyorum..
Belki de bir iyelik ekiyle beraber anılsın, bir aidiyet duygusunu pişirsin, bilmediği köyü, gitmediği yolu sahiplenmeyi ve onun için gözyaşı dökmeyi aşılasın istenmiştir...
Pişirdi mi? Aşıladı mı? Bilmiyorum.
II. Abdülhamit döneminde altı yıl sadrazamlık yapmış ve bayındırlık faaliyetleriyle, yol yapımıyla anılmış bir devlet adamı olan Halil Rıfat Paşa’nın (1827-1901) “Gitmediğin yol senin değildir” sözü daha öğretici olmaya namzetti sanki.
Karayolları Genel Müdürlüğü 1960’larda bu sözü şiar edinerek yaptığı yollarla köylerin ancak uzak olmaktan çıkarılabilirse bizim olabileceğini dile getiriyordu sanki. Daha makuldü. Köylerin kıyısından, bucağından geçirdiği yollarla modernleşmeye, vergilendirmeye, asker göndermeye çalıştı Türkiye.
Derken biz büyüdük ve yollara düştük. 18-19 yaşıma geldiğimde olağanüstü bir koşuşturma içinde buldum kendimi, sanki hiç gitmediğim köy ve yol kalmasın istiyordum. Dağcılığın çok yardımcı oluyordu, gittiğimiz yolları, toprağını, taşını benimsemeye.
“Ha bu taşa niye geldiniz” diyordu genellikle oralılar.
Sonra ne olduysa birden durduk. Herkes durdu ama. Hiçbir yere gitmek, görmek, dinlemek ve birinci ağızdan o yolun, o köyün, o kasabadaki yaşamın ne menem bir şey olduğunu anlamak gibi bir derdimiz olmaz oldu. Reşko eksik kalmıştı. Zaten artık gitmiyor, tatile çıkıyorduk! Onda da su kıyısına.
Sonra koptuk!
Bugün Türkiye’nin batısında, kuzeyinde, güneyinde ya da ortasında yaşayan bir insanın yolu onca yıllık hayatında hiç düşmeyebiliyor güneydoğuya. Hayatında bir kere bile oralara gitmemiş, kendisini o memleketin dağlarına, yollarına, köylerine vurmamış insanlar, yüzlerce yıldır orada, evinde, köyünde yaşayanları, kendi yolunu arşınlayanları kastederek “onlara mı bırakalım yani orayı” deyiverir oldular kolayca.
Lisede bir felsefe hocamız “Sen yokken bir ormanda bir ağaç devrilse, ses çıkar mı” diye sormuştu sınıfa, saatler sürecek bir münazaranın fitilini ateşleyerek!
Hocamın o günkü yaşına geldim de geçtim. Belki bir soru da şimdi ben sorabilirim:
“Silvan’da bir ağaç devrilse, ses çıkar mı abisi?”
Gitmiyorsun, görmüyorsun!
Yatmıyorsun, kalkmıyorsun!
Duymuyorsun, tınmıyorsun!
Sonra o köy senin sanıyorsun!
O köy, o kasaba, o şehir....
Dahası...
Bir ağaç devrilse ses çıkmaz sanıyorsun...
twitter: @akdoganozkan