Ahmet Hamdi Tanpınar, yarım asırdan fazla bir zaman önce, “ben İstanbul baharının yarı hasta, havada, suda gizli ürpermeler, tereddütlerle dolu başlangıcını severim,” diyordu. Aşkı tarif edercesine!
21 Aralık tarihindeki Kış Gündönümü’nden bu yana her gün İstanbul’u dinliyorum. Gözlerim, kulaklarım 21 Mart’a kadar ardına kadar açık! Kâh gökyüzünde kâh toprakta... Baharın tam olarak hangi günlerde ve hangi işaretlerle hayatımıza sızdığını görmek, güneşin ve canlılığın karanlık bir kışın ardından geriye dönüşünü gözlemek istiyorum çünkü.
Baharın gizli ürpermelerden ibaret olmadığını görmek için şehrin kuzeyindeki kırlık alanlara, çayırlara, ormanlara çıkmak gerekiyor. Ben de öyle yaptım ve İstanbul’un kuzeyindeki Demirciköy kırlarını, Kuzey Ormanları’nı gözledim günlerce.
Ve gördüm, bu yıl bahar İstanbul’a 12 Şubat’ta geldi. Epey erkenciydi!
Büyük baştankaralar çınlamalı ötüşleriyle kaç zamandır hayatı yeniden kurma telaşı içindeydiler zaten. Ama çiftleşmelerine ilk o gün tanık oldum. İspinozların nazlanmayı bırakıp bahar ötüşüne başladıklarını ilk o sabah duydum.
Kırların tezenesi diyebileceğim karatavukların tatlı melodilerini de o akşamüzeri işittim. Baharın en has işaretlerindendir karatavuğun ötüşü. En fazla heyecanlandırandır beni. Kırların ve çobanların gizli tanrısı Pan gibidir karatavuk. Tali bir yolda aniden karşınıza çıkar, yolun bir yanındaki çalılıktan diğer tarafındaki çalılığa uçar ve gözden yiter. Kırlarda onun uzaktan yankılanan sesini bir taşın dibine oturup saatlerce dinlemek istersiniz. Sanki çocukluğunuzu anlatır, ilk aşkınızı fısıldar.
Bazı ağaçların sürgüne durduğunu, mimozaların ve ballıbabaların çiçeklendiğini de 12 Şubat günü gördüm. Kırlar ve ormanlar baştankaraların meşkine aldanmamıştı henüz. Kuzey Ormanları’ndaki, meşeler, kestaneler ve gürgenler uykudaydı. Üçüncü cemreyi bekliyor gibiydiler ki daha ilk ikisi bile düşmemişti.
18’inde bir sülünün o korna gibi ötüşünü duydum. Ama göstermedi kendisini bana. Karatavuğun ötüşünden bir hafta sonra, yani 19 Şubat’ta, ilkbahar göçündeki ilk yırtıcıları gördüm. Bir kısmı genç bireyler olmak üzere 40’ın üzerinde göç eden şahin saydım o öğleden sonra Sarıyer, Demirciköy yakınlarında. Bir kısmı termal yaparak yükseliyor, bir kısmı ise fazla oyalanmadan kuzeybatıya doğru ilerliyordu. Ertesi günü, yani ilk cemre havaya düştüğünde İstanbul’dan yüzlerce şahin geçti.
İstanbul’da bahar, çok eski dönemlerden bu yana öyle ispinozların, karatavukların ötüşüyle sınırlı değildir. Bahar, bülbül, yelkovan ve çaylak da demektir, birçok şey gibi. Biri bağ/bahçeden ses verir. Diğeri Boğaz’ın lacivert sularının üzerinden, öbürü de gökyüzünde haykırır içlerinde patlayan baharı.
Hiçbir nağmesini tekrarlamadan dem çeken bülbüller insan ruhuna en çok dokunan bahar işaretlerindendir. Bahar bir şiir gibi kuşatıyorduysa bu şehri bir zamanlar, şairi-i azamı bülbül olduğu için öyleydi.
12 Şubat’ta şehrin şairini beklemedim. Şubat erkendir bülbülün nağmelerini duymak için. Bunun için çoğu kez nisanı beklememiz gerekir. Erkek bülbüllerin nisanda başlayıp ay ortasına kadar süren ötüşlerinde amaç, kendilerine bir egemenlik ve üreme sahası oluşturmak istemeleridir. Nisan ortasından sonra geceleri de ötmeye başlar bülbüller. Artık amaç dişileri çiftleşmeye ve yuva kurmaya ikna etmektir. Mayısta dişi yumurtlar. Erkek yavruya yiyecek taşırken bu kez başka kuşların yuvaya yaklaşmasını önlemek için sürdürür ötüşünü. Haziranın ikinci yarısında yavru uçmayı ve avlanmayı öğrenmiştir. Yuva dağılır ve herkes kendi yoluna gider.
Çok değil daha 50 yıl önce bile Boğaz’daki köylerde yaşayan bazı İstanbullular için ilkyaz, akşam yemeğinin ardından yalılarının kayıkhanelerinden sandallarını çözüp yavaşça küreklere asılarak ulaştıkları sakin bir koyda bülbülleri dinlemek demekmiş. Bülbül nağmelerinin en iyi dinlenebildiği koyların başında da Bülbül Deresi’nin Boğaz’a indiği Kanlıca’daki Bahai Körfezi gelirmiş. Bu amfiteatr gibi eko yapabilen sevimli koyda 1-2 saat kadar civardaki çalılıkları yuva bellemiş bülbüllerin dem çekmesini dinleyip öyle evlerine dönerlermiş. Abdülhak Şinasi Hisar, 19. yy’ın sonlarında, mehtaplı gecelerde Boğaziçi’nde “saz akşamları” tertip edildiğini ve buradaki koyların hanende ve sazende kayıklarıyla dolduğunu anlatır. “Mehtap âlemleri”nin düzenlenmediği gecelerde Boğaziçi’nde başrolü bülbül alırmış.
Bugün Bahai Körfezi’ne inen Bülbül Deresi kurumuş durumda. Bülbülleri duyabilmek için koyun kuzeyindeki, Mihrabat Korusu’nun ıssız yollarına vurmanız lazım kendinizi. Ya da şehrin kuzeyindeki çalılık ve makilik alanlara, mesela Riva’ya, Demirciköy’e, Uskumruköy’e, Garipçe’ye.
Dereleri ıslah edip (!) üzerinden yol ve peyzaj düzenlemesi (!) geçiren “medeniyetimiz”, beraberinde doğal çalılıkları da yok ettikçe bülbülleri daha az duyar oluyoruz. İstanbul’da derelerin kenarlarındaki çalılıkları yuva bellemiş bülbüllerin çoğu artık sadece “Bülbül Deresi Caddesi” tabelalarında yaşıyor.
Şubat bülbülü boş geçer ama Boğaziçi’nin gerçek simgesinin yelkovan kuşları olduğunu hissedebileceğimiz bir aydır. Özellikle Şehir Hatları’nın Çengelköy – İstinye hattında 8 durak yapan teknelerine binip Boğaz sularına bir süre dikkatlice bakmak yeterlidir bunun için.
Bilimsel adını da Türkçe’den alan yelkovanlar 50 yıl önce olduğu gibi bugün de bu kenti eşsiz kılan suyun bir-iki karış üzerinden sıra sıra uçarlar. Bir kısmı muhtemelen hamsi sürülerinin peşinden kuzeye, Karadeniz’e çıkarken, bir kısmı da güneye iner. Senede yalnızca bir defa ve bir yumurta bırakan bu güzel kuşların İstanbul’a ne kadar yakınlıkta konaklayıp, ürediklerini hâlâ bilmiyoruz. Tek bildiğimiz İstanbul’da sayılarının şubat ayında “zirve” yaptığı.
Yakın bir zamana kadar bu türün dünya popülasyonunun 53 bin çift civarında olduğu düşünülüyordu. Oysa kuş gözlemcilerinin yürüttüğü sayımlar sayesinde, 4 Şubat 2012 günü İstanbul Boğazı’ndan sadece 4 saatte güneye doğru inen 73 binin üzerinde yelkovan kuşu indiği tespit edildi. Derken bu yıl bu rekor da altüst oldu. 5 Şubat (2014) günü Rumeli Hisarı yakınlarında yapılan sayımlarda bu rakamın 90 bine ulaştığı gözlendi.
Böylece dünya üzerinde en büyük yelkovan popülâsyonu geçişine sahip olan şehrin İstanbul olduğu ortaya çıktı. Yani, bakmayın siz dünyanın en turistik şehrinin Paris, Londra falan diye ilan olunduğuna. O şehir İstanbul’dur. O ay şubat. Ve rekor sayıdaki ziyaretçisi yelkovan kuşlarıdır bu şehrin.
Afrika içlerinden, hatta Güney Afrika kıyılarından kış sonunda havalanıp Orta ve Kuzey Avrupa’daki üreme alanlarına doğru -yer yer 11 bin km’yi bulan- toplu göçlerine başlayan leylekler ve yırtıcı kuşlar, mayıs sonlarına kadar devam eden ilkbahar göçleri sırasında İstanbul semalarından transit geçerler.
Göç sırasında Boğaziçi’ni kat eden leylekleri ve yırtıcı kuşları şehrin kuzeyindeki rotalarında ilerlerken ilk kez şubat ayı sonlarında fark ederiz. İlk gözümüze çarpan yırtıcılar –bu yıl olduğu gibi- şahinler olur. Onları leylekler ve küçük orman kartalları izler.
Mart ayının ikinci yarısında çaylaklar da gelir. Kuyruk çatalından hemen tanınan ve kanat çırparken hiç çaba harcamıyormuş gibi görünen bu yırtıcıların İstanbul’dan geçişi mart sonunda pik yapar. Son göç sayımlarına göre, 2011 ilkbaharında 488 (kara) çaylak İstanbul semalarını arşınladı.
Oysa 50 -100 yıl önce İstanbul semalarında yırtıcı göçü demek, çok daha fazla çaylak demekti. O dönemlerde İstanbullular kocakarı takviminde 26 Mart’a denk gelen “çaylak fırtınasını” da bugünkü şehirlilerden daha iyi bilirdi.
Hele 500-600 yıl önce İstanbul’a gelseydik, o tarihlerde bahar demenin ağırlıkla çaylak göçü demek olduğunu görecektik. 1540’larda İstanbul’a gelerek şehrin bilinen en eski tarihli kuş gözlemini gerçekleştiren Fransız doğabilimci Pierre Belon göç zamanı şehrin semalarını kaplayan çaylaklar için şunları yazmıştı:
“Bu denli yüksek sayılarda çaylağın kendilerine nasıl olup da besin bulabildiklerini havsalamız almıyor. Zira 15 gün boyunca semada o denli çok çaylak sürüleri gördük ki, sayılarının yeryüzündeki insan sayısından fazla olduğunu söylemeye pekala cüret edebilirim.”
Belon bunca çaylağın nasıl olup da yiyecek bulabildiğine şaşırırken, bu hayvanların hem çok cesur hem de iyi birer “hırsız” olduklarından, insanların elinden yiyeceklerini dahi kapabildiklerinden habersizdi belki de. Ancak çaylakların sonunu yaklaştıran muhtemelen bu “fırsatçılıkları”, korkmadan insanların yakınlarına gelebilmeleri oldu. Leşler de dahil her şeyi mideye indiren bu güzel kuşlar, son 50 yılda yoğunlaşan tarım ilaçlarının da dolaylı kurbanlarından oldular.
Şubat için “cüce ay” derler. Sakın aldanmayın! İçinde iki cemre barındıran başka ay mı var! İlki 20’sinde havaya, ikincisi 27’sinde suya düşen cemreleriyle şubat aslında hayatın ve aşkın dev bir filizidir.
Cemrelerin üçüncüsü 6 Mart’ta toprağa düşer. Toprak ısınır ve kışı küçülerek atlatan bitkilere, ağaçlara yeniden su yürümeye başlar. Takvimlere 11 -18 Mart olarak sabitlenmiş “kocakarı soğukları” çıkmak üzereyken kırlangıçlar gelir akın akın. Derken ebabiller de döner şehre. Kırlangıçlar ve ebabiller Şişli, Kurtuluş, Ortaköy gibi kalabalık ilçe ve semtlerimize kadar sokulan, şehrin özgür ve bıçkın çocuklardır. Yüksek apartmanların çatılarından kendilerini aşağıya bırakan ebabiller saatlerce hiç bir yere konmadan uçar, uyku ihtiyaçlarını bile uçarken giderirler. Kışın şehrin gün sonunu sığırcıklar haber verirken, bahar ve yaz aylarında bu görevi kırlangıçlar, ebabiller devralır.
21 Mart’ta Güneş Koç burcuna girer. O gün Nevruz’dur. Aslında gelişine çoktan vakıf olduğumuz bahar resmen ilan olunur. Boğaz’ın her iki yakasındaki erguvanlar bu resmi duyuruya şehrin en soylu renkleriyle eşlik ederler. Boğaziçi’nin taç giyme törenidir o gün.
Kentteki yeşil alanlar azaldıkça ve yeşilden anladığımız şey, “peyzaj düzenlemesi” haline geldikçe, İstanbul’un binlerce yıldır kesintisiz süregelmiş bahar işaretleri de azalıyor.
Bakırköy, Yeşilköy ve Floryalılar 50 yıl öncekinden farklı olarak, bir tek saka bile görmeden geçirebiliyorlar mesela bütün bir baharı ve hatta bütün bir çocukluklarını. Bildiği tek “bird”, “angry bird” bazı çocukların. Yol kenarlarında cesetlerini gördükleri pek çok kuşu içlerinde patlayan baharın öldürdüğünü bilmeden “adam olan” çocuklarımız var. Bir çift kumru görmeden aşkından ayrılan sevgililer. Kukumav sesi duymadan akşam yürüyüşü yapan İstanbullular.
İşaretler ne kadar seyrelse de, bu şehirde bir cemre sabahı çöküveriyor baharın renkleri gözlerimize.
Vapur dumanına kadar her şeyin baharın ilk müjdecisi olan hafif bir leylak rengine büründüğü 1950’li yıllardan sesleniyordu Tanpınar. İstanbul’un hakim renginin kül rengi olduğunu ve baharın, yazın bunu leylakla dağıttığını haykırıyordu.
O dumanlı İstanbul yok artık. Ama bahar İstanbul’dan elimizde kalan toprak parçasına bugün de aynı renklerde nüfuz ediyor. Kuzeydeki Öreke Kayalıkları’nın etrafından dolanarak Boğaz’a giren bir şilep gibi, yırtarak kışın kül grisini tatlı ürpertiler içindeki şehri pembeye ve taze tereddütlere boyayarak yer yer sisler içinde yol alıyor. Büyük bir iştahla kuzey ormanlarını enine boyuna çöl ve kül rengine boyama telaşındaki cellatlar boş durmuyor bir yandan da.
İstanbul bir bahara daha “yarı-hasta” yakalanıyor...
İnsan ömründe en az bir kez bahara tam açmalı gözünü, kulağını! Ve görmeli onun bütün işaretlerini. İstanbul’a bahar aynı ürperme ve tereddütlerle mi geliyor? Tam olarak ne zaman, nasıl geliyor? Bilmeli!
twitter: @akdoganozkan