2014’te tanık olduğumuz bütün o utanç verici gelişmelerin hemen ardından 2015’e Charlie Hebdo Katliamı ve onu “amasız fakatsız” kınamayı beceremeyenlerle girince, bir bulantı kuşatıyor insanı. Medyada öne çıkan “politik” gelişmelerle bir süre ilgilenmeyeyim, kendimi sokaklara atıp, çarşı pazar dolaşayım, deniz kıyısında yürüyerek elektriğimi toprağa, suya, havaya salayım, şu bulantı geçsin istiyor. Sokaklardaki insanların sıradan dertleri ve neşeleri ruhum için geçici de olsa sağaltıcı olsun, diye düşünüyor.
Ve çok yanlış düşünüyor! Bakın Sarıyer’e inip kalabalığa karıştığında siyaset nasıl da tam üstüne basıyor insanın... Ve bakın neler yaşıyor insan.
İstanbul’da bu yıl balık bol. Lakin yaklaştığım her tezgahta sarıkanat diye 20 cm’nin altında balıklar görüyorum. Soruyorum, “bu kadar ufak lüferin satışı yasal mı? Suç işlemiş olmayayım bu balığı alarak,” diye! Gülüyor! “Abi çinekop bu, beğenmezsen alma,” diyor. Evet bundan 5 yıl önce 14 santimetre boyundaki lüfer yavrularını bile avlamak ve satmak yasaldı. Ama kardeşim, biz bu konuyu halletmemiş miydik? Lüfer 24-30 santimetre aralığında üreyen bir balık, “hadi 24’ü geçtik bari 20 cm’nin altındakiler yakalanmasın. Yoksa soyu tükenecek,” dememiş miydik? Fikir Sahibi Damaklar’ın öncülüğündeki kampanyaların sonucunda yasal sınır 20 cm’ye çıkarılmamış mıydı? Bu yasal sınırın altında lüfer satan müesseseleri 174 nolu Tarım Bakanlığı Alo Gıda Hattı’na şikayet edecek, onlar da gerekeni yapmayacak mıydı? Tezgahlar yavru lüfer kaynıyor! Denetimini yapmayacağınız yasayı niye çıkarıyorsunuz?
Eğer maksat, lüferi de sıfırlamak ise, haydi rastgele!
Sarıyer sahilindeki çay bahçelerinden birinin terasına oturuyorum. Fakat o da ne! Gırgır reisleri hemen önümde, Sarıyer koyunun dibinde herkesin gözü önünde yavru lüfere ağ sarıyorlar. “Boğaziçi’nde gırgırla av yapamazlar, yasak” derken öğreniyorum. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı balıkçılığın anayasası sayılan sirkülerde bir kaç yıl önce değişiklik yapmış ve böylece İstanbul Boğazı'na giren balığın yatak yaptığı koylar trol ve gırgırla avlanan balıkçılara açılmış. Sonuçta Çubuklu önlerine kadar uzanan alan gırgırcı dolmuş. Bu kabul edilir şey değil. Ama “yasal” olmuş. Ancak avlandıkları noktada derinliğin yasal sınır olan 24 m’nin üzerinde olması lazım. Oysa değil. Adamlar kıyının hemen dibinde, binlerce insanın gözlerinin önünde yasalara açıkça meydan okuyarak denizi tarıyorlar. Boğaziçi Karadeniz’den Marmara’ya açılan bir biyolojik koridor. Ve biz bu biyolojik koridorun dibine göz göre göre kibrit suyu döküyoruz. Marmara’da ‘70’li yıllarda ekonomik değere sahip 146 balık türü yaşardı. Bugün bu rakam 3’e inmiş durumda. Açtım rakamlara baktım. 1915’te İstanbul Balıkhanesi’ne Marmara ve Karadeniz’den 752 bin 329 ton uskumru, 135 bin 27 ton orkinos, 69 bin 251 kg kılıç, 2 bin 916 kg kırlangıç gelmişti. Yüz yıl sonra Barbunya, kalkan, uskumru, somon Norveç’ten, dil balığı, mercan, mezgit, sinarit Gana’dan geliyor. Istakozlar Amerika’dan, lagos Somali’den, jumbo karidesler Hindistan’dan. Diğerleri de yarın öbür gün gerekirse Rusya’dan gelir. Ayağımıza gelir! Kimse Lüfer Koruma lobisinin oyunlarına gelmesin!
Semt pazarına uğruyorum sonra. Tezgahlarda rengarenk bir bereket! Şu lahana da tam dolmalık, derken! Bakıyorum, tezgahlardaki ürünlerde etiket yok. Pazarcı bir duraklayıp tezgaha yaklaşan tüketicinin tipine göre ürüne fiyat biçiyor. Ya kardeşim, nasıl olur! Perakende satışa arz edilen malların üzerinde tüketicinin ödeyeceği tüm vergiler dâhil satış fiyatını gösteren etiket konulması zorunlu değil mi? Etiket konulması mümkün olmayan hâllerde aynı bilgileri kapsayan listelerin kolayca görülebilir ve okunabilir şekilde uygun yerlere asılması zorunlu değil miydi? Biz bu meseleyi 20-30 yıl önce halletmemiş miydik? Oysa 28 Haziran 2014 Tarihli Resmi Gazete’de yer alan 29044 sayılı fiyat etiketi yönetmeliği etiket ve listelerde sadece malın satış fiyatını değil üretim yeri ile ayırıcı özelliğini dahi belirtme zorunluluğu getiriyordu. Ne oldu? Sağlıklı bir ticaretin temeli tüketicide oluşan güven duygusunu pekiştirecek önlemler almak değil mi? Zabıtaların yerinde ve sık denetimleriyle de meselenin tüketicilerin şikayetlerine gerek kalmadan halledilmesi gerekmiyor mu?
Bu kadar sokak gezmesi ve “elektrik atması” yeter deyip dönüş için minibüs duraklarına yöneliyorum. Minibüs daha ilk duraktan ağzına kadar ayakta yolcuyla dolana dek hareket etmiyor. Peki bu yasalara aykırı değil mi? 2010’da minibüs esnafının disiplinsizliği yüzünden Halkalı’daki bir kazada 13 minibüs yolcusu hayatını kaybetmemiş miydi? Biz 40 yıldır konuşulan ve 30 yıl önce çözüldüğünü zannettiğimiz konuyu en son o tarihte nihai karara bağlamamış mıydık? Yüksek cezalarla yaptırım uygulama yoluna gidilmeyecek miydi? Şehir içi trafiğinde yer alan 35-40 bin minibüs ve dolmuş arasında fazla yolcu taşıyanlara yolcu başına 60 TL ceza kesilmeyecek miydi? Öyle ama 2010’daki anayasa referandumunun hemen öncesinde yolcu başına 60 TL olan ceza araç başına 50TL’ye indirilmişti. Ardından 2013’te sözüm ona ayakta yolcu torba yasayla tamamen kaldırılmıştı. Ama ne fayda! Ayakta yolcu taşıyan minibüsler yasa ve kural tanımazlıklarıyla İstanbul’da insan hayatını hiçe saymayı sürdürüyor!
Minibüste elimdeki gazeteyi açıp okuyorum. Yalçın Bayer köşesinden haber veriyor: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı himayesinde yapılan bir çalıştayda siyasetçilere mesaj verilmiş: Boğaziçi İmar Planı’nda değişiklik istiyorsanız, Belediyeler Birliği olarak (yani AKP ve CHP olarak) anlaşın aranızda, Boğaziçi’ne düşündüğünüz emsal artışla ilgili maddeyi Torba Yasa’ya koyun, çıkartalım, denilmiş. Müthiş değil mi, 30 yıldır el değdirilmeyen yasa değiştirilerek Boğaz kıyılarında rant yağmasına ve betona yol verilmeye çalışılıyor. Hem de bir kaç tane belediyenin ortak gayretiyle.
Zekeriyaköy’de 600 dönümlük yeşil ve orman arazisinde TOKİ ile Siyah Kalem firması ortaklığıyla ve Sarıyer Belediyesi’nin de onayıyla hayata geçirilmek istenen villa projesinin yakınından geçiyor minibüs. Yargı sürecinin devamına, Kuzey Ormanları Savunması’nın ve Sarıyer Kent Dayanışması’nın direnişine karşın ormanın dibinde bir proje (!) daha tıkır tıkır yürüyor. Yerel siyasetin kendi dinamiğiyle...
Siyaset denen şeyi katliamları kınama beceriksizliğinden, güvenlik güçleriyle valilere sıkıyönetim yetkisi veren iç güvenlik paketinden, meclis komisyonlarında “AKlanan” siyasetçilerden, seçim barajından, “çözüm sürecinden” ve bu konulara verdiğiniz, vermediğiniz tepkilerden ibaret sanıyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz. Siyaset bütün bunlardan çok daha önce yerelde, sokakta, merada, ormanda “olup bitiyor.” Ayrıca hukuksuzluk Eskişehir’de kameraları kapatılmış bir fırının kör bir köşesinde, gece karanlığında ortaya çıkmıyor yalnızca. İstanbul’un ortalık yerinde, güpegündüz beliriyor. Talan ediyor, yağmalıyor, iştah kaçırıyor, can alıyor!
Sokakta gördüklerim, duyduklarım, tanık olduklarımdan keyfim kaçmış, yerel siyasetten (!) sıtkım sıyrılmış şekilde eve dönüyorum. Müslüman aydınlarımızın Charlie Hebdo katliamının ardındaki uzman (!) komplo teorileri ile iki ileri bir geri “çözüm süreci” haberleri beni bekliyor.
Boğulacaksak küresel bulantımızda mı boğulsak acaba?
twitter: @akdoganozkan