Hani bazı filmler vardır; birbirinden bağımsız gibi görünen iki hikaye ile başlar. Sanki iki ayrı film seyreder gibiyizdir. Derken o hikayelerin yolları beklenmedik bir anda kesişir. Ve “olaylar gelişir” ya da “çözülür.”
İşte bizlerin de durumu biraz böyle. Biri sınırlarımız ötesinde, biri sınırlarımız içinde iki ayrı “savaş” yaşandığını, birbirinden bağımsız iki ayrı “filme” tanık olduğumuzu zannediyoruz. Birileri de zaten bunu böyle algılamamız için uğraşıyor.
Demem o ki, 2011’de Suriye’de başlayıp zamanla Irak’a yayılan ve bugün hâlâ bütün şiddetiyle süren savaş ile, devletin 24 Temmuz 2015’te Güneydoğu’da başlatıp 1 Kasım 2015 seçimlerinin ardından da vitesini yükselttiği askeri operasyonlar birbirinden bağımsız “hikayeler” değil. Onlar aynı savaşın, “aynı hikayenin” benzer dinamiklerce belirlenen parçaları. Ve “film” yani tarih bize birbiriyle alakasızmış gibi sunulan bu iki “hikayenin” yollarının kesişeceği noktaya doğru hızla ilerliyor.
Kanımca “kesişme noktası” da Cerablus - Azez koridoru!
“Ne kesişmesi, Ne Azez’i, burada neler oluyor biri bana anlatsın!” diyor olabilirsiniz. Şimdi biraz yavaşlayalım ve baştan alalım. Zira belki iki savaşı birbirinden bağımsız görüyor, bugün Cizre, Silopi, Nusaybin ve Sur’da yaşanan dehşetin ardında, devletin “hendeklerden ve barikatlardan medet uman” öfkeli Kürt gençlerini “hizaya getirme” ve “hadlerini bildirme” operasyonu olduğunu düşünüyorsunuz. Belki, AKP iktidarının Sur, Nusaybin, Cizre ve Silopi'de tahmin etmediği bir dirençle karşılaştığını, bu nedenle operasyonların da tahmin edilenden uzun sürdüğüne inanıyorsunuz.
Doğrusu bunlara ben de inanmak isterdim. Çünkü mesele bu şekilde konunca, çözümü ya da ötelenmesi de çok uzak görünmeyebiliyor. Ancak anlamalıyız ki, bugünün gerçekleri ‘90’ların kıyısından bile geçmiyor. Bugün adeta 100 yıl öncesine, 1914’e dönmüşüz gibi bir hâl var ortada.
Bu nedenle bizim savaş “hikayemizin” nasıl başlayıp geliştiğini sınırlarımız ötesindeki asıl büyük savaşta olup bitenlerle ilişkisi içinde anlamak çok önemli. Siyaset alanının dışındaki tüm arayış ve “çözümlere” karşı durmak ve barış talebimizi daha gür kılmak için bunu anlamamız lazım. Önce şu soru ile başlayalım:
Sahi, Türkiye 28 Şubat 2015’te (Dolmabahçe Mutabakatı ile) PKK’yı silah bıraktırmaya epeyce yaklaştırmışken, ne olmuştu da bir anda görüşme masasını devirmiş, 24 Temmuz’dan itibaren de bu örgütün sınır ötesindeki karargâhlarını bombalamış, derken bununla da yetinmeyip şehirlerde ev ev, dükkan dükkan askeri operasyonlara kalkışmıştı?
Bu sorunun cevabı sanırım 26 Haziran’da “öbür hikaye” üzerinden verilmişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan o gün, yaklaşan dönemin şifrelerini veren bir konuşma yapmıştı sanki. Ne demişti o gün Cumhurbaşkanı: “Bölgenin demografisini değiştirme operasyonunu tamamlamak istiyorlar. Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun mücadelemizi sürdüreceğiz!”
Cumhurbaşkanını aslında böyle bir demeç vermeye iten, 10 gün önce, yani 16 Haziran’da- IŞİD’in elindeki Tel Ebyad’ın düşmesi idi. Bu gelişme ile Türkiye’nin güneydoğu sınırı boyunca uzanan bölgedeki üç Kürt kantonundan ikisi (Kobanê ile Cezîrê) birleşmiş oluyordu. Bu, Türkiye’nin “çözüm süreci” olarak isimlendirdiği çatışmasızlık döneminin sonunu tescil eden bir gelişme özelliği taşıyordu.
Aslında IŞİD, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından 3 gün önce Kobani’ye yeniden sızmış ama şehri tutmada başarısız olmuştu. Cihatçı örgütler bir şekilde Suriyeli Kürt milis gücü YPG’yi (Yekîneyên Parastina Gel /Halk Savunma Birlikleri) durdurup Cerablus-Azez koridorunda tutunmayı başaramazlarsa, söz konusu iki kanton üçüncüsü (Efrîn/Afrin) ile de buluşacaktı.
Hükümetin buna engel olmak amacıyla o koridorda güvenli bölge oluşturma girişimleri Batılı müttefikleri nezdinde kabul görmüyordu. Ankara 24 Kasım sonrası gelişmelerle Suriye’deki savaşı kaybetmekte olduğunu ve artık sözünün, kırmızı çizgilerinin pek de bir hükmü kalmadığını gördükten sonra, bu “demografi değiştirme” hamlesini kendi coğrafyasına taşımaya yöneldi; “bedeli ne olursa olsun!” Şimdi de bunun prelüd etaplarındayız. Olan budur!
Kasım 2015 seçimlerinde dahi HDP’ye sırasıyla % 93, % 89, % 89, % 94 ve % 76 ile destek vermiş Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova ve Sur gibi yerleşimlerde, eli silahlı güçlerin elbirliğiyle yürürlüğe koyduğu bir senaryo sanki bu. Ve bu senaryoyla, kopuşun, hicretin ve demografik değişimin hem fiziksel hem de psikolojik altyapısı yürürlüğe konuluyor adeta.
Bugün şiddetli çatışmaların yaşandığı Güneydoğu’daki şehirlerden yüzbinlerce insan göç etmiş durumda. Birçoğunun artık dönecek evi bile yok. Yeni Türkiye’nin (!) yersiz/yurtsuz vatandaşları, kendi memleketinde mültecileri var artık! Şehir savaşları sürdükçe evsiz kalıp göç edenler artacak. O nedenle korkarım bu hikayede dehşet ve trajedi henüz zirve yapmadı.
Çünkü birileri YPG ile bir parçası olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG- Hêzên Sûriya Demokratîk) Fırat’ın batısında hanelerine yazdıkları her artının, bizim hikayemizde bizim coğrafyamızdaki Kürtlerin hanesine eksi olarak düşmesi için çaba göstermeyi sürdürecek. Cerablus-Azez arasındaki gelişmelere bağlı olarak, Güneydoğu’daki şehir savaşları daha da şiddetlenip daha çok insanı yerinden yurdundan eden bir nitelik kazanabilecek. Farklı şekilleriyle de olsa tarihte, Osmanlı’da, hatta Türkiye Cumhuriyeti’nde örneklerini gördüğümüz türden trajik bir hicret ettirme, sevk ve iskan vakasına dönüşebilecek.
“Hikayenin” öbür tarafına gelince... Halep, Azez, Rakka düştükten sonra muhtemelen binlerce Suriyeli Sünni Arap soluğu sınır kapılarımızda alacak. Onların acaba nerelere yerleştirileceğini, AB’den mülteciler için alınacak 3 milyar doların nerelerde, ne amaçla harcanacağını düşünüyoruz?
Hangi “hikaye” cephesinde nasıl bir senaryo yürürlüğe konulursa konulsun... Geldiğimiz noktanın feci bir cephesi var ve bunu iyi anlamalıyız: Bugüne kadar başına gelen olumsuzlukların faturasını hep Türkiye Cumhuriyeti devletine ve onun zor aygıtlarına çıkaran ve Türk’e yönelmiş bir nefret geliştirmemiş Türkiye Kürtleri bu kez yaşadıkları bu son trajediye sadece suskun kalmayıp aynı zamanda onay da verdiğini düşündüğü Türkleri tarihte belki de ilk defa zihinlerinde etnik bir “öteki”, bir düşman olarak kurgulamaya başlıyor.
Bu ülkede Türkün ve Kürdün bugüne dek milliyetçiliklere pek prim vermemiş solcusu ve demokratı da birbirinden nefret etmeye başlarsa, senaryo sahipleri için kopuş o zaman pişmiş, ayrılık o zaman kıvam tutmuş demektir.
Tüm bu sebeplerle bu ülkenin vicdan ve demokrasi cenahı buna engel olmalı, bir yandan HDP’nin siyaset alanının dışına itilmesine karşı çıkmalı, bir yandan da bütün bir coğrafya için barış talebini daha gür bir sesle haykırmalıdır. Savaşa karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil bir hayati mecburiyettir. Müzakerelerin en berbatı bile, kaçınmazsak kendimizi dibinde bulacağımız o uçurumdan katbekat ehvendir.
Müzakerelerin sonunu belki çocuklarımız görür, ama savaşın sonunu yalnızca ölüler!
Yarın: Savaştan tehcire adım adım (II) – Bir savaşın kronolojisi
twitter: @akdoganozkan