İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Tümgeneral Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesiyle bölgede kontrolden çıkan gerilim, herkese aynı soruları sorduruyor: Bundan sonra olaylar nasıl gelişir? III. Dünya Savaşı’na doğru yol alır mıyız? Gelin, biri en kötü, diğeri en iyi senaryoyu temsil eden iki uç ihtimal temelinde bir zihin egzersizi yaparak bundan sonra neler olabileceğine ilişkin fikir yürütmeye çalışalım:
İran, Süleymani suikastına iki ülke arasındaki gerilimin tamamen kontrolden çıkacağı şiddette bir misillemeyle karşılık verir. ABD 'Şer Ekseni' ile mücadelede 2020 yılında sıranın İran’a geldiğini ilan eder. İhtilafı uluslararasılaştırmaya da özen göstererek bölgeye askeri yığınak yapmaya başlar.
Buna mukabil İran Hürmüz Boğazı’nı trafiğe kapatır. Bu, İran’ın yanı sıra, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi ülkelerin petrol ve doğal gaz taşıdığı güzergahın kapanması, bir diğer deyişle dünya petrolünün yüzde 25’inin akışının kesilmesi demektir. Varil başına 60 dolarlar mertebesinde olan ham petrol fiyatları 200 dolarlar seviyesine doğru tırmanmaya başlar.
Bu arada ABD ve İsrail jetleri ile drone’ları Suriye-Irak arasındaki El Kaim geçiş kapısı ile yakınındaki El Bukemal’de konuşlu (Kata'ib Seyyid el-Şüheda, Hareket el-Abdal, Kata'ib el-İmam Ali, Kata'ib Hizbullah-Saraya el-Difa el-Şabi, Hareket Hizbullah el-Nucebe gibi) İran destekli milis güçlerinin karargâh ve mevzilerine yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirerek 'ısınma turlarına' başlar.
İsrail Ordusu da Lübnan’daki Hizbullah mevzileri ile Suriye’deki bazı İran destekli grupların üslerine yönelik yoğun saldırılara girişir. Tel Aviv Yönetimi orduyu tam teyakkuz haline geçirirken güney Lübnan’ı ve Suriye’nin güneybatısını işgale hazırlandığı izlenimi veren hazırlıklar içine girer.
İncirlik gibi İran’a dönük bir harekatta çok kritik bir rol oynama potansiyeline sahip bir üssün denetimini elinde tutan Ankara, ABD Dışişleri Bakanı’nın bölge ve Avrupa ülkelerini kapsayan temaslarının ilk durağı olur. Temaslarda Ankara’nın Suriye’deki 'Barış Pınarı' bölgesini genişletme talebini de getirdiği öğrenilir.
İran’ın balistik orta ve uzun menzilli füzelerine nükleer başlık takabilecek bir uranyum seyreltme seviyesine ulaştığı iddiaları ana akım medyanın manşetlerine yerleşir. Siyaseten ve iktisaden yorgun Ankara’dan İran’ın elindeki 'kitle imha silahlarının' Türkiye’ye tehdit oluşturduğuna yönelik sözler duyulur.
Boğazlardan geçen çok sayıda Rus donanma gemisi Doğu Akdeniz’e ve İran Körfezi’ne doğru ilerler. NATO Baltık ülkelerine asker sevkiyatına başlar.
Her şey Pentagon’daki şahinlerin uzun süredir dört gözle beklediği cihette, İran’ın 'terörle savaş' adına havadan ve denizden vurulmasıyla gelişecek ya da Irak’ın parçalanmasıyla sonuçlanacak şekilde ilerler…
Derken Çin’in de bölgeye savaş gemileri gönderdiği haberi alınır. Olaylar gelişir…
Bu senaryonun temel dayanağını Trump’ın aslında İran ile savaşmak istemeyen, ama Tahran yönetimi ile yaşadığı ihtilafı Çin’e karşı yitirmekte olduğu rekabet gücünü iç kamuoyundan saklamak amacıyla gündem değiştirme manevraları olarak da kullanmakta olduğu iddiası teşkil etmektedir.
Buna göre, Trump "dip toplamda daha fazla zarar yazmadan Ortadoğu’dan çıkmak" yani askerlerini hem Suriye’den hem de Irak’tan çekmek, artık Çin’e karşı verilecek mücadelenin gereği olarak Asya’ya odaklanmak istemektedir. Ancak bunu yapabilmesi için de hem Pentagon’daki şahinlerin İran ve Ortadoğu gazını almaya hem de zevahiri kurtarmasına (hatta bir zafer senaryosuyla taçlandırmasına) olanak tanıyacak bir çekilme stratejisine ihtiyaç vardır. Böyle bir suikast bunu mümkün kılacağı için tercih edilmiştir. Trump, Suriye’nin kuzeydoğusundan asker çekip Türkiye sınırını boşaltırken bu 'küçük düşürücü' olarak da değerlendirilen gelişmeyi nasıl Ebubekir el-Bağdadi’yi öldürerek muzaffer bir edayla gölgelemeyi bildiyse, artık işlerin iyice sarpa sardığı Irak’tan çekilmeyi gölgelemek, kolaylaştırmak için de muzaffer görünmesini sağlayacak bir gelişmeye ihtiyaç duymuştur. Kasım Süleymani’nin öldürülmesi böyle bir işlev görebilecektir.
Trump, artık askerlerine, "Bağdadi’yi vurarak IŞİD’e son darbeyi nasıl indirdiysek, Süleymani’yi vurarak da İran’a çok büyük bir darbe indirmiş olduk. Zafer bizim, hadi toplayın valizleri çocuklar artık eve dönüyorsunuz," diyebilecektir.
Ayrıca Washington’daki azil sürecini akamete uğratabilecek böylesi bir gelişme, Donald Trump’ın 2020 Başkanlık Seçimleri’nde yeniden ABD Başkanı seçilmesi olasılığını da artıracaktır.
Bu öylesine önemli bir tarihi andır ki, her aktör gelişmelerden kendisinin kazançlı çıktığını ilan edebilecektir. İran’ın dini lideri Ali Hamaney de aslında ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmekten kaçınmayı istemektedir. Yüksek bir bedelle de olsa, ABD’nin Irak ve Suriye’den çekilmesini sağlayacak şartların oluşması ülkesinin kendi hanesine kazanç olarak, zafer olarak yazacağı bir gelişme olacaktır. Bunun bilincinde olan Hamaney, Süleymani suikastına doğrudan doğruya Amerikan askerlerinin kanının akacağı ve gerilimin iyice kontrolden çıkacağı şiddette bir misillemeyle karşılık vermez. Retorik sert ve gerginliğin artmasına hizmet ediyormuş gibi görünse de, Hamaney iki ülke arasında uzun süredir tırmandırılan risk çıtasını daha da yukarıya çekecek bir misillemeden kaçınır.
Nihayetinde, 2020 ve 2021 yılları ABD ile İran arasında müzakerelerle geçen ve Washington’un asıl buradan zaferle ayrılmaya odaklanacağı bir dönem olurken, Hamaney’e de Devrim Muhafızları Ordusu’nun İran siyasetindeki köşeli gücünü belirli ölçülerde de olsa yumuşatma olanağı verir.
Olaylar gelişir ve bölgede savaş yerine barışı daha fazla konuşacağımız bir dönemin kapısı açılır.
Süleymani suikastı sonrasında yukarıda 'en kötü' ve 'en iyi' diye tanımladığım senaryolardan biri geçerli olur mu, olursa hangisine yakın şartlar hâkim olur, elbette bugünden tam olarak bilmemiz mümkün değil. Tek bildiğimiz, hayat öyle siyah/beyaz kavram çiftlerinden birini takip ederek ilerlemiyor çoğunlukla. Gerçeğin rengi gri oluyor. Dolayısıyla, belki de muhtemel senaryo bu iki uç arasında bir yerlerde yaşanacaktır. Ama tarih hangi uca daha yakın olarak ilerleyecek bilmiyoruz, hep birlikte göreceğiz. Çünkü olacaklar çok sayıda faktörün birbiriyle karşılıklı girift ilişkisine bağlı. Biraz da tabii tesadüflerin zorunluluğuna.
Son olarak şunu ilave edelim:
Irak lideri Saddam Hüseyin 2003’te, Libya lideri Muammer Kaddafi ise 2011 yılında bölgede zor kullanarak 'rejim değişikliği' peşinde koşan ABD ve müttefiki güçler tarafından iktidardan indirildi. Biri göstermelik bir mahkeme akabinde idam edildi, diğeri ise sokaklarda linç edilerek vahşice öldürüldü. Yıl 2020 ve bugün bizler onca sene sonra hala ABD’nin Ortadoğu’daki dinmek bilmeyen 'rejim değişikliği' ihtirasının acı sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Yerel halklar o ihtirasın kuklası olarak acz içine düşmüş bir halde, bölgesel ihtilaflarla yerinden yurdundan olanlar artmış, sığınmacı akınları kaygı verici boyutlara ulaşmış bir durumda. Bölgesel istikrarsızlık tırmanmış, muhalif güçler iyice radikalize olmuş iken 'rejim değişikliği' yaşatılmak istenen ülkeler içlerine düştükleri sefaletten çıkamamış bir haldeler.
Ve son yaşadığımız Süleymani suikastı da o ihtirasın sonuçlarından birisi. Hem de "o cin o şişeye kolay kolay yeniden girmez" dedirten türden, yeni sonuçlara gebe, berbat bir gelişme. Ancak umalım ki, Trump tarihin şu anında o ihtirasa kendi imzasını atacağı bir zirve yaptırmak isteyen değil, en azından dünyanın şu köşesinde son vermek isteyen bir lider olmayı seçsin. Ve ABD ile İsrail, 2008 yılında Şam’da CIA ve Mossad tarafından ortak olarak düzenlenen bir suikast ile ortadan kaldırdıkları Hizbullah komutanlarından İmad Mugniye’nin ölümünden gerekli tarihsel dersi çıkarmışlardır ve bu tip liderlere yönelik suikastların hedef alınan örgütlerin radikal pozisyonlarında bir gerilemeye değil, daha ziyade tırmanışa sebep olduğunu görmüşlerdir.
Not: Bu arada İran-ABD arasındaki gerilimin böylesi kanlı sonuçlarına, "al birini vur ötekine" diye yaklaşarak kayıtsız kalanlar ile suikasta açık açık sevinenler, umalım ki çok geç olmadan bu saldırının her şeyden önce egemen bir ülkenin (Irak’ın) hem de bir sivil havalimanında ne o egemen ülkenin liderinden, ne kendi Meclisi’nden (Kongre’den) ne de BM’nin Güvenlik Konseyi’nden zor kullanmak üzere yetki almaya ihtiyaç duymuş pervasız bir güç tarafından işlenmiş, hukuksuz bir saldırganlık eylemi olduğunu görürler. Giderek daha fazla Ortadoğu’da yaşadığımızı hissediyor olmak bazen pusulayı şaşırtıyor olabilir. Ama zalime zalim, hırsıza hırsız, hukuksuza hukuksuz demeye en çok da bu coğrafyada ihtiyacımız olduğunu, bu tanımın bu netlikte yapılmasına bir gün bizim de çok muhtaç olabileceğimizi unutmamamız lazım.
Twitter: @akdoganozkan