Başlıktaki soru geçtiğimiz yılın Eylül ayında da gündemimize girmiş ve ben bu köşede “Türkiye Rusya’dan Afrin vizesi mi aldı?” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde "bir ara toplayıp ordu kurduklarını sandıkları çapulcuları bir haftayı bulmaz, nasıl darmadağın edeceğimizi görecekler" diyerek, Afrin'e operasyon sinyali vermesiyle aynı soru bugünlerde yeniden gündeme oturmuş görünüyor.
Öyle ki, sınıra bir kez daha tanklar sevk ediliyor, sınır ötesi obüs atışlarına yol veriliyor ve mesele TSK’nın Afrin’e girip giremeyeceği şeklinde değil, ne zaman gireceği şeklinde tartışılır hale geliyor. Cumhurbaşkanı da “operasyon önümüzdeki günlerde başlayacak” diyerek yaklaşık tarih veriyor.
Bu meseleyi bu günlerde gündemimize yeniden sokan en önemli gelişme, Suriye Arap Ordusu’nun İdlib operasyonunda beklenenden hızlı ilerleme kat etmesi. Bu durum çatışmanın dışında gibi görünen güçler cephesinde de bir hareketlilik yarattı. Ve bu hareketlilik Afrin civarını da doğal olarak kapsıyor. O halde, zaman, hamasi demeçleri ve niyet okumaları bir kenara bırakıp soğukkanlılıkla verili durumu değerlendirme ve başlıkta sorduğumuz soruya -bir kez daha- cevap arama zamanı.
Öncelikle şunu ifade edelim: Afrin, bölgedeki Kürtler için Rojava ve Cezire kantonları ile birleşme özlemini temsil ediyor. Söz konusu iki kanton batıdaki Afrin kantonu ile birleşirse, bu Türkiye’nin yüzlerce kilometrelik sınır hattının güneyinde de facto bir Kürt entitesi anlamına gelecek. Türkiye’nin Şırnak, Mardin, Şanlıurfa, Antep, Kilis ve Hatay gibi illeri bu oluşuma güneyden komşu olacak. Ve bu oluşumu Akdeniz’den sadece 35-40 km’lik bir toprak parçası ayırıyor olacak. Ankara’nın “kâbusu” bu!
Ankara başta mezhepçi hülyalarla güle oynaya müdahil olduğu Suriye Savaşı’nın ilerleyen safhalarında işte bu “kabusu” nedeniyle Rusya’nın oyun planlarının bir parçası olmayı “seçti.” Ve Ankara bu nedenle cihatçı grupların Halep’ten çekilmesini sağlayıcı (ve bu sayede Suriye ordusunun şehrin tamamında hakimiyet kurmasını hızlandırıcı) bir rol oynamayı kabul etti.
Çünkü karşılığında Rusya’dan (IŞİD’i bölgeden çıkarma gerekçesiyle) El Bab vizesi alarak Fırat Kalkanı harekâtına girişti. Ve burada TSK – ÖSO iş birliğiyle oluşturduğu koridor sayesinde Kürtlerin doğudaki Rojava ve Cezire kantonlarını batıya uzanarak Afrin kantonu ile birleştirme özlemlerine set çekti. Yani, Ankara bu “seçimi” sayesinde Afrin’i doğudan büyük ölçüde kuşatmış oldu.
Ancak Ankara’nın bu operasyonla arzuladığı hülyası yarım kaldı. Oysa Ankara iyice batıya uzanmak, Tel Rıfat şehrini ve Minnağ hava üssünü almak, Afrin’e girmese bile bölgeyi doğudan bütünüyle kuşatmak istemişti. Lakin Moskova ve Şam yönetimi bu istekleri fazla ve kabul edilemez buldu. Neticede Suriye Arap Ordusu birlikleri bir anda bu bölgeye girerek Kürtlerle Fırat Kalkanı güçleri arasında bir tampon oluşturdular. O tarihten bu yana da Afrin’in Halep ve Rojava ile bağlantısı -Ankara’ya rağmen- Şam yönetiminin açtığı bu “soluk borusu” sayesinde sürebildi.
Ankara, Rusya ile ilişkisini bu “soluk borusunu” bir gün tamamıyla kopartabilme motivasyonuyla uzunca bir süre hasarsız bir şekilde sürdürdü. Kazakistan’ın başkenti Astana’da geçtiğimiz yıl Eylül ayında yapılan görüşmelerde bu hülyasını tam anlamıyla gerçekleştirebilme yolunda yeni bir “fırsat” yakaladı. Rusya, İran ve Türkiye daha önce bir türlü uzlaşmaya varılamayan İdlib konusu üzerinde Astana’da bir mutabakata vardılar ve el Kaide çizgisinin hâkim olduğu bu coğrafyada “gerilimi azaltma bölgeleri” oluşturmaya karar verdiler.
Aslında, Rusya Türkiye’ye böyle bir misyon ile bir kez daha Ankara’ya yakın olan muhalif cihatçıların pasifize edilmesi görevini veriyordu. Onlar pasifize edilecekti ki, İdlib’teki El Kaide yapılanması olan Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) bölgede yalıtılabilsin ve çözülerek elimine edilsin. Bu şekilde fazla tahribata ve insanlık dramına yol açılmadan, uzun zaman ve maliyet alacak çatışmalara girişilmeden kalıcı barışa daha hızlı ilerlenebilsin.
Peki Ankara böyle bir role neden talip oluyordu? Bu seferki “havuç” ne idi? Bu önemli bir soruydu ve ben de bu nedenle Astana görüşmelerinin gerçekleştiği günlerde yine bu köşeden 2017 yılı Eylül ayında sormuştum: “Peki bunun karşılığında Ankara, Rusya’dan bu sefer acaba nasıl bir taviz kopardı? Türkiye, İdlib’teki çatışmasızlık bölgesinde kendisine biçilen rolü başarı ile yerine getirirse bunun karşılığında acaba ‘ödülü’ ne olacak?”
Bu sorunun o gün pek bilinmeyen cevabı ancak 2017’nin Ekim ayında netleşecekti. Ankara, Moskova yönetiminden Afrin’e girme vizesi alamamıştı. Ama sınırlı sayıda Türk askeri bölgede çatışmasızlık sağlama hedefine dönük olarak “kontrol noktaları oluşturmak” üzere Suriye topraklarına -gözlemci güç olarak- girebilecekti. Nitekim, Astana’da üç garantör ülkenin çatışmasızlık bölgeleri kurulmasında uzlaşıya vardığı Suriye’nin İdlib şehrine 12 Ekim akşamı Türk askerleri girdi. Bir süre sonra anladık ki, Ankara’nın “gözlemci güçleri” aslında Suriye topraklarına Afrin’i güneyden kuşatmak için girmişlerdi. Cihatçıları pasifize etme misyonu biraz daha bekleyebilirdi.
Bu arada, Deyrizor operasyonunu da tamamlayan Suriye’nin elit askeri gücü “Kaplan Kuvvetler” geçtiğimiz yılın aralık ayında bu kez Hama kırsalına ve oradan da hızla Suriye ordusuna karşı direnen militan grupların en yoğun şekilde konuşlandığı bölge olan İdlib’in güneyine yöneldi. Son derece hızlı bir şekilde ilerleyerek 2015 yılında cihatçı güçlerin denetimine geçmiş olan ve İdlib merkezine 40 km mesafedeki el Zuhur havalimanını 10 Ocak günü kontrol altına aldı.
Şimdi gelinen şu noktada Ankara’yı endişelendiren birkaç gelişme var:
Birincisi, Suriye ordusunun beklenenden hızlı ilerlemesi ve bölgedeki hakim güç olarak bilinen HTŞ’nin fazla bir direnişiyle karşılaşmadan çok sayıda yerleşimi alması. Bu hızlı operasyonda muhtemelen Ankara’nın cihatçıları pasifize etme yönünde kendisini epeyce beklettiğini düşünen Rusya’nın da sabrının tükenmiş olmasının payı var. Nitekim açıklamaları o yönde.
İkincisi, Rusya’nın Soçi kentinde Suriye’deki çok sayıda siyasi örgütten 1500 delegenin katılımıyla Ocak ayı sonlarında yapılacak olan Suriye Ulusal Diyalog Konferansı.
Kürtlerin herhangi bir barış görüşmesine katılımını çok uzun zamandır veto eden Ankara, PYD’nin ve özellikle de Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) konferansa bir şemsiye örgüt olarak katılmasına itiraz etti. Ruslar sonunda bir ara çözüm buldular. Konferansa bölgedeki tüm etnik ve siyasi bileşenler bağımsız kimlikleriyle katılacaktı; Türkiye ve İran'ın itirazları nedeniyle PYD, YPG ve YPJ'den kimse davet edilmeyecekti. Ama bölgeden bir kısmı akademisyen çok sayıda Kürt temsilci katılacaktı. Ankara, bu seçeneği kabul etmek durumunda kaldı. Ama böyle bir konferansa da zaten çok sıcak baktığını söyleyemeyiz.
Aslında Soçi’yi engelleme çabasındaki tek ülke Türkiye değildi. ABD’nin son Cenevre girişimi de sonuçsuz kalınca Rusya’nın inisiyatifiyle Soçi’de düzenlenecek olan konferans Suriye’nin geleceğini şekillendirmede çok geniş bir katılımla yürütülecek tek siyasi/diplomatik alternatif olarak beliriyordu. Silahlar belki de yakında susacak ve diplomatik çözüm tek ilerleme kanalı olarak belirecekti. Ankara, daha 1 numaralı NATO müttefikine Fırat’ın kırmızı çizgisi olduğunu kabul ettirememiş, bu konuda çeşitli sözler almış olmasına rağmen Kürtlerin önderliğini yaptığı SDG’nin Menbiç’i bırakarak Fırat’ın doğusuna dönmesini sağlayamamıştı. Türk hükümeti kaygılarıyla şekillendirdiği isteklerine silahların tamamen sustuğu bir konjonktürde muhtemelen hiç karşılık alamazdı.
Dolayısıyla, Ankara Soçi öncesinde masadaki konumunu güçlendirecek bir açılıma ihtiyaç duyuyordu. Afrin’e yönelik sert ve tehditkâr çıkışının ve Menbiç için “verilen sözler tutulmazsa kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz” ifadesinin kullanılmasının sebebi de büyük ölçüde buydu.
Peki ne Rusya ne de ABD Ankara’ya geçmişte Afrin’e ya da Menbiç’e bir “operasyon vizesi” vermemişken şimdi niye versindi? Ankara’yı böyle bir çıkış yapma konusunda cesaretlendiren şey neydi? Özellikle Rusya’nın Afrin konusundaki tavrında pek bir değişiklik yoktu. Ankara Rusya’nın nüfuz alanında görünen bir bölge için tam olarak neye güvenerek böyle laflar edebiliyordu?
İşte o noktada sanırım Türk medyasında pek yer bulamamış, bu nedenle de kamuoyunda anlaşılıp tartışılamamış, Washington kaynaklı birtakım gelişmeler önemli rol oynuyordu. Genel hatlarıyla olan şuydu: Beyaz Saray, Suriye sahnesinde yeni bir açılım arayışındaydı ve bu açılımlarını da Kürtlere rağmen yapması gerektiğini fark ediyordu. Pek de yeni olmayan bir düşman (Hizbullah) tarifi ile Türkiye’ye ve İsrail’e rol biçilebilir ve Suriye’de “açık uçlu” bir konuma düşmüş askeri varlığına “taze” bir misyon kazandırabilirdi. Bu durum Türkiye’ye bölgede yeniden bir hareket kabiliyeti kazandırabilirdi. Ankara ABD nezdinde bu nedenle yeniden kıymetli hale geçebilirdi.
Bu arada, Ankara, Rusya için ise sadece kimi cihatçı unsurları pasifize etme görevini yerine getirdiği/getireceği için kıymetli değildi. Ankara, aynı zamanda, ABD’nin sahadaki en büyük müttefiki olan SDG üzerinden İdlib’e olası bir müdahalesinin önünü, Afrin’in güneyinde oluşturduğu bir tür tampon bölge sayesinde tıkıyor. Böylece Suriye Arap Ordusu ile Rusya’nın elini belirli ölçüde rahatlatıyor. Ankara Rusya nezdinde bunun için de kıymetli ve bunun da gayet iyi farkında.
Ancak zaman da hızla daralıyor ve ocak ayı sonunda Soçi’de Ulusal Diyalog Konferansı yapılacak. Ankara, belli ki, ABD’nin yukarıda özetlediğimiz olası bir Suriye “açılımının” kendisine sunacağı imkânları ve buna Rusya’nın vereceği cevabı, getireceği karşı önerileri dinlemeden Afrin ve Menbiç ile ilgili beklentilerini -elindeki kozları da hatırlatırcasına- Soçi öncesinde yüksek sesle (!) haykırma ihtiyacı duymuştu.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı David Satterfield’in 11 Ocak Perşembe günü Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yaptığı konuşma da Ankara’yı cesaretlendiren cinsten olmuştu. Yakındoğu politikalarından sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı David Satterfield, söz konusu konuşmasında, Trump yönetiminin Suriye’yi terk etmeme kararında olduğunu ve Cenevre görüşmeleri dışında BM’yi de devreye sokacak alternatif bir plan geliştirmekte olduğunu vurgulamıştı. Satterfield, ABD’nin Suriye’deki “açık uçlu” askeri mevcudiyetinin asıl hedefinin de Hizbullah gibi İran destekli güçlerin bölgedeki etkilerini azaltmak olduğunu söylemişti.
Durum buydu!
Bu gelişmelerin ardından Ankara haykırmakla da kalmamıştı. Sahadan sızan haberlere bakılırsa, daha önce Afrin’in güneyinde, Anadan’ın batısında kontrol noktaları oluşturan TSK son günlerde bu noktaların doğusuna, Anadan ovasındaki Hayyan’a bir keşif heyeti göndermişti. İddialara göre, TSK Halep’in kuzeyinde yeni kontrol noktaları oluşturmak üzereydi.
Peki Suriye sahnesinde yeni bir açılım arayışında olan Beyaz Saray’ın bölgedeki en büyük müttefiki olan “Kürtlere rağmen” yapabileceği söylenen açılım neydi? Türkiye’yi hangi gelişmeler cesaretlendirmişti ve bizim elimizde bu yönde nasıl bilgiler vardı?
Şimdi hemen o bilgileri aktaralım… Bakalım Ankara’nın Türk askerini Halep’in kapısına dayayacağı iddia edilen bir operasyon ihtimalini dillendirmesini kolaylaştıran hangi gelişmeler yaşandı?
ABD başkenti Ocak ayının ilk günlerinde Suriye’den gelen “ağır” ama “ılımlı” ziyaretçiler ağırlamıştı. Daha önce Pentagon tarafından “ağır” silahlı eğitime tabi tutulmuş, ABD Savunma Bakanlığı’ndan mali destek, silah ve mühimmat almış Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı gruplardan bazılarının temsilcileri Beyaz Saray yetkilileri ile temaslar için Washington’da idi.
Bu bir ilk idi! Suriye Savaşı’nın başladığı 2011’den bu yana ÖSO komutanları ile -aralarında Senatör John Mc Cain ile ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford’un da bulunduğu- Amerikalı yetkililer hep Suriye sınırları içinde görüşmeler yürütmüştü. ÖSO unsurları ile Amerikalıların Washington’da görüşmesi bir ilkti! Amerikalılar ABD’de Kürtler ile bile bu düzeyde bir görüşme gerçekleştirmemişti!
ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri tarafından “ılımlı” cihatçı Suriye muhalefetine mensup olduğu söylenen grupların temsilcilerinin gerçekleştirdiği bu ziyaret, ne Beyaz Saray ne de herhangi bir ÖSO grubu tarafından önceden resmen duyurulmuştu.
Washington’daki ziyaretçilerden biri, ÖSO çatısı altında 24 Ağustos 2016 - 26 Mart 2017 arasında yürütülen Fırat Kalkanı Harekâtına katılmış gruplardan Mutasım Tugayı’nın Siyasi Büro Şefi Mustafa Secari idi.
Söz konusu gelişme, kendisine uluslararası ilişkiler alanında aktardığı istihbarat ve yaptığı siyasi analizlerle bilinen South Front’ta 8 Ocak tarihinde yer bulmuştu. Burada aktarılan bilgilere göre, Secari, ÖSO ile ABD arasındaki ilişkileri güçlendirmeyi hedefleyen görüşmelerin ana gündem maddesinin İran’ın Suriye’deki nüfuzunun oluşturduğunu söylemişti. Secari’ye bakılırsa, ÖSO ABD’den aldığı destek ile İran güçleri ile savaşmaya hazırdı!
Washington’daki görüşmelerde Rusya’nın öncülüğünde Ocak ayı sonlarında Soçi’de yapılması planlanan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ni engelleme çabalarının da gündeme geldiği ve tarafların Aralık ayında gerçekleşen ama somut bir adım üretemeyen Cenevre görüşmelerinin sonuçlarını da masaya yatırdığı bildiriliyordu.
Bu arada, Secari’nin 4 Ocak’ta Twitter üzerinden yaptığı açıklamalara bakılırsa, görüşmelerde Amerikalılar ile Suriye’nin doğusundaki hâkim güç konumunda bulunan Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) etkisini dengelemek de tartışılmıştı.
İddialara bakılırsa, bu gelişme özellikle ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan Kürt aktivistler nezdinde şok etkisi yaratmıştı.
Secari 4 Ocak’ta attığı bir tweeter mesajında şöyle diyordu:
“İnşallah Washington’da varlığımız yalnızca bölgemizdeki terörist milislerin [SDG] denetimini sona erdirmeyi sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda topraklarımız üzerindeki İran mevcudiyetinin sonunun da başlangıcı olacak. Aynı zamanda Soçi’deki ihanet konferansı girişimini de başarısızlığa uğratacak!”
Secari, İdlip’te doğru dürüst bir direniş göstermemekle suçladığı HTŞ lideri Ebu Muhammed el Golani’yi de eleştiriyordu. ABD, Secari’ye ne ölçüde güvenir bilinmez. Zira, Mutasım Tugayı lideri Secari 2016 yılında ABD’nin daha önce kendilerine ihanet ettiğini ve söz verdiği paraları ödemediğini söyleyerek, Rusya'ya bağlılıklarını ilan edebileceklerini ileri sürüyordu.
ÖSO temsilcilerinin ABD ziyaretinin Suriyeli Kürt aktivistler tarafından sert şekilde eleştirildiği de gelen haberler arasındaydı. Washington’un kendilerini hiçbir şekilde ABD’ye davet etmediğini söyleyen bazı Kürtlerin Washington’u ihanet ile suçladığı da ileri sürülüyordu.
Şam yönetimi yanlılarına göre ise, ÖSO’nun Washington ziyareti, IŞİD’in fiilen yenilgiye uğratılmasından sonra ivmesini yitirmiş olan Suriye Savaşı’nın ateşine yeniden odun atmak ve ülkedeki durumu daha da istikrarsızlaştırmaya çalışmak anlamına geliyordu.
Ankara’nın bu konuya resmi tepkisini ise henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz, Suriye birliklerinin başlattığı İdlib operasyonunun Astana’da varılan çatışmasızlık anlaşmasına uymadığını düşünen Ankara’nın, Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov ile İran'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed İbrahim Taherian Fard'ı 9 Ocak günü Dışişleri Bakanlığına çağırdığı. 13 Ocak cumartesi günü de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Elazığ’da yaptığı konuşmada sarf ettiği “Afrin'de teröristler teslim olmazsa orayı başlarına yıkacağız. Münbiç'te bize verilen sözler yerine getirilmezse kendi göbeğimizi keseceğiz. Bir haftaya kalmaz ne yapacağımızı görecekler," şeklindeki sözleri.
Bu arada, Ankara böylesine sert ifadeler telaffuz ederken, İdlib’te hakimiyeti (daha önce Nusra Cephesi olarak -Suriye el Kaidesi konumuyla- bilinen) HTŞ’ye bırakmış görünen ÖSO cephesinde de bir anda bir hareketlenme göründü.
Ankara’nın desteklediği ÖSO’ya mensup “ılımlı cihatçı” gruplar 11 Ocak’ta resmi bir bildiri yayınlayarak, bölgede uzun bir süredir hâkim konumda bulunan HTŞ karşısında çok kısa sürede hızlı denilebilecek bir ilerleme kaydeden Suriye Arap Ordusu ve müttefiklerine karşı Ebu Zuhur bölgesinde karşı saldırı başlattıklarını duyurdular.
Böylece İran-Rusya-Türkiye tarafından Astana görüşmelerinde varılan anlaşmayla oluşturulan çatışmasızlık bölgeleri neredeyse tamamen çökmüş oldu. Suriye birliklerine karşı savaşan HTŞ’ye desteğe hazır olduklarını açıklayan gruplar şunlar: Feylak’uş Şam, Nureddin Zengi Hareketi, Ceyş’ul Nasr, Ceyş’ul Nukba, Ahrar’uş Şam, Türkistan İslam Partisi, OSO’nun 2. Ordusu.
Bütün bunlar ÖSO’ya yeniden bir misyon biçilmekte olduğunun açık birer delili.
Özetle, Suriye Savaşı’nın şu aşamasında Ankara’nın Afrin’de bir operasyona girişebilme ihtimali, yukarıda ayrıntılı şekilde bahsettiğimiz parametrelerin önüne açacağı bir çıkar kesişim kümesi bulabilmesine bağlı. Görünen o ki, Ankara şu ana kadar Rusya nezdinde böyle bir açılım imkanı bulabilmiş değil. ABD nezdinde ise “fırsatlar” görünmesine rağmen kesin bir hat yok ve riskler epeyce yüksek.
Yine de, bir kaç ay önce “Türkiye Afrin’e girer mi” sorusuna kesin bir şekilde hayır cevabı verebiliyorduk. Ayrıca sınırları belirli bir askeri operasyonun günler öncesinden “bak şimdi geliyoruz ha!” diye ilan edildiği de pek görülmüş şey değil, diye düşünürdük. Ancak, Washington’da “Kürtlere rağmen” gerçekleşen sürpriz ziyaretler bugün bu sorunun cevabını biraz zorlaştırmış durumda. Ayrıca biliyoruz ki “Kürtlere ihanet” anlamına gelecek bir hat Irak’ta da başta pek yok görünüyordu, ama neler olduğunu gördük.
Peki Ankara istediklerini (tamamını olmasa da bir kısmını) Afrin’in merkezine kadar yürümesini gerekli kılacak kapsamlı bir askeri operasyona girişme ihtiyacı duymadan Soçi öncesinde alabilir mi? Çok zor ama o da imkânsız değil.
Yine de aktardıklarımızın da gösterdiği gibi, bölgede TSK’nın girişeceği olası bir Afrin operasyonundan çok daha tehlikeli sonuçları olabilecek bir başka ihtimal daha var. O da, ABD’nin İran destekli bir hareket olan Lübnan Hizbullahı ile savaşa hazırlanması ve vekil güçlerini de buna hazırlayan bir hareketlilik içinde olması.
ABD ve Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Konseyi’nin İran’a hayatının dersini vermek için 2011’de vekalet savaşıyla giriştiği ve 6 yılı aşkın bir süredir devam eden çatışmaların sonunda geldiğimiz noktanın bu olması da, son derece acı ve insanlık adına ümit kırıcı.
Umalım ki, her seçenekte barış ve kardeşlik kazansın!