Başlığa taşıdığım bu soruyu aslında bundan tam 25 yıl önce bugün, Milliyet gazetesindeki köşesi için kalem aldığı yazısında (merhum) Mehmet Ali Birand sormuştu:
“Türkiye Irak’a girecek mi?”
Deneyimli gazeteci, söz konusu yazısında o günlerde yabancı başkentlerde konuşulan senaryoları aktarıyor ve “Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmeye hazırlandığı, fırsat aradığı söyleniyor” diyordu.
Çünkü bundan tam çeyrek yüzyıl önce bugünlerde, Birand’ı böyle konuşmak zorunda bırakan bir savaş yaşanmaktaydı Ortadoğu’da. 39 ülkeden oluşan bir koalisyon, 1991 yılı Ocak ayında Irak’ın tepesine çökmüş, tonlarca bomba yağdırıyordu. Bugün Suriye’de şehirlerin, kasaba ve köylerin, insanların başına gelenler 25 yıl önce yaşanan Körfez Savaşı’nda Irak’ın başına gelmişti.
Biz her defasında başka bir şey yaşıyormuş hissine kapılsak da, Ortadoğu’daki pek çok savaş birbirinin benzeridir. O nedenle 25 yıl önce yaşananlar ile bugün yaşadıklarımız arasında çok sayıda çarpıcı benzerlik, paralellik bulunabilir. Bunlardan ders alınabilir. Siz almazsanız da, başkaları almış olabilir.
Mesela...
BİR: Türkiye o tarihte bugünkünü andıran bir “aktif dış politika” (!) izleme gayretindeydi. ANAP hükümetinin Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler daha krizin ikinci günü “Irak’ın ipi bizim elimizde” şeklinde bir açıklama yapmış ve Ankara eski dostu Saddam Hüseyin’i düşman ilan etmişti. Ankara’ya göre o tarihte, “Saddam gitmeli, Irak’a demokrasi gelmeli” idi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “Prezidan Bush”a sık sık bu konuda telkinde bulunduğunu öğreniyorduk. Ayrıca Özal savaştan kaçarak soluğu sınır kapılarımızda alan Iraklı sığınmacılara yapılacak insanî yardımın Türk sınırlarının dışında sağlanmasından, bu amaçla sınır ötesinde bir “güvenli bölge” oluşturulmasından yanaydı.
İKİ: Ülke içindeki hemen hemen bütün enerjisini silahlı politikanın meclis yetkisinden çıkarılması için harcayan Özal, kendisini fiilen “Başkan” gibi konumlar olmuştu. Ne hükümetini ne de parlamentoyu dinliyordu. Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı tarafından bilgilendirilen pasif bir kuruma indirgenmiş, parlamento ise Körfez Krizi ve savaş boyunca devre dışı bırakılmıştı.
ÜÇ: Türkiye’nin Batılı müttefikleri, çeyrek yüzyıl önce Ankara’nın bir oldubitti ile NATO’yu savaşın içine çekmesinden endişe eder olmuşlardı. Hatta Almanya, Belçika ve Danimarka sırf bu sebeple Malatya Erhaç Havalimanı’nda konuşlanacak NATO Çevik Kuvvet’ine katılmakta tereddütlerini ifade etmişlerdi. Bu nedenle Çevik Kuvvet’in meşru müdafaa halleri dışında muharebeye girmesi yasaklanıyor ve NATO birliklerinin “fiili muharebe” durumuna geçebilmesi için her vakada ayrı bir NATO kararının gerekeceği hükme bağlanıyordu.
DÖRT: 25 yıl önce Irak Kürtleri, savaş sonrası Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulmasından yana olmadıklarını, demokratik bir Irak’ta Kürtlere özerlik tanınmasından yana olduklarını beyan ediyorlardı. Hatta Die Welt isimli Alman gazetesinde çıkan bir yazıda, Kürtlerin Irak’ta yıllarca “kullanıldıklarını” düşündükleri, Bağdat yönetiminin ileride kendilerinden öç almasından endişe ettikleri için rejim aleyhinde tutum almaktan kaçındıkları ve Celal Talabani ile ona bağlı grupların taleplerini bu nedenle otonomi ile sınırlı tuttukları yazıyordu.
BEŞ: Bir benzerlik de İran’ın tavrıydı. Tahran yönetimi Bağdat ile 1980-1988 arasında sekiz yıl savaşmış olmasına rağmen, Irak’ın tepesine bombalar düşeceğinin belirginleşmesiyle birlikte Irak ile saf tutmuştu. Hatta savunma konularında uzman Jane’s Defence Weekly dergisine bakılırsa, Saddam 200 dolayında savaş, nakliye ve sivil uçağını İran’a nakletmişti. Bu uçaklardan bazıları savaş sırasında zaman zaman İran –Irak arasında mekik dokuyor ve ülkeye ilaç ile yiyecek taşıyordu.
Tabii 25 yıl önce yaşanan Körfez Savaşı ile günümüzdeki Suriye Savaşı arasında ders alınması gereken sadece paralellikler değil, hiç kuşkusuz farklılıklar da var. Ve bunlar altı çizilecek denli önemli:
BİR: 25 yıl önceki Körfez Savaşı’nda ABD önderliğindeki koalisyon güçlerine bağlı uçaklar, 5 haftayı aşkın bir sürede Irak semalarında 100 binin üzerinde sorti yaparak ülke topraklarına 88 bin 500 ton bomba bıraktılar. Rakamlara bakılırsa, koalisyon güçleri 100 binin üzerinde Iraklının ölümüne sebep oldu. Buna karşılık 292 de Amerikalı hayatını kaybetmişti. Ancak “dünya tarihinde televizyonlardan naklen izlenen ilk savaş” olduğu dile getirilmiş olsa da, bizler Körfez Savaşı boyunca medyada tek bir ölüm bile göremiyorduk. İnsanlar değil, “hedefler”di (!) sanki tek imha edilen! Amerikan ordusunun basın brifinglerinde bombalamayla ilgili video görüntülere yer verilse de sadece “hedeflerin” vurulma anlarını ve koyu bir duman çıkışını görüyorduk. Sanki bu “cerrahi titizlikteki vuruşlar”da (surgical strike) hiç insan ölmüyor, hep “hedefler” vuruluyordu. “Yan hasarlar” (collateral damage) meydana geliyor, ama birilerinin yeğeni, amcaoğlu, kızı, babası ölmüyordu sanki! Hatta ölüm o kadar ortalıklarda yoktu ki, TRT spikeri Can Okanar, ekranda büyük bir doğallıkla, sanki maç anlatırcasına “e tabi kaçan tank ya da zırhlı araç olursa Amerikan uçakları da onları vuruyor haliyle” mealinde bir şeyler geveliyordu. Ölüsünü bize göstermeyen bir savaştı Körfez Savaşı. Batı medyasında bütün bir Körfez Savaşı boyunca sadece bir kez, o da ateşkes ilanından hemen sonra, İngiliz Observer gazetesinde (daha sonra da Fransız Liberation gazetesinde) ölmüş bir insan görüntüsüne rastlamıştım. Irak-Kuveyt otobanından kaçmaya çalışırken isabet almış bir Irak kamyonunun içinden çıkmaya çalışırken ayakta yanıp kömürleşmiş bir Iraklının profil görüntüsüydü bu. Göz çukurları seçilebilen kara cesette dudaklar yoktu, bu yüzden üst dişler çok net görülüyordu. Gazeteci Kenneth Jarecke tarafından ateşkesin ilan edildiği gün, 28 Şubat 1991’de çekilen bu fotoğraf beni çok etkilemiş, “kömür adam” rüyama dahi girmişti. Savaşın son günüydü ve muhtemelen kamuoyu algısı üzerinden gidişatı etkileme ihtimali olmaz diye düşünülmüştü. En azından tek bir kişi “temsili” olarak savaşın son gününde ölmüş gösterilebilirdi. Oysa 25 yıl sonra bugün sosyal medya sayesinde Suriye’de ve Irak’ta neredeyse ölen herkesi can verirken görebileceğiniz bir video ya da fotoğraf kaydına rastlayabiliyorsunuz bir yerlerde. Ölüm bütün pornografik şiddetiyle bıkmadan usanmadan, çoğu kez de birilerinin propaganda malzemesi olarak hayata kusuyor. Beyni patlamış, kucakta taşınan bebeklerin görüntüleri de düşüyor sosyal medyaya, kafası gövdesinden kılıçla koparılan gazeteciler de, eşcinsel olduğu için bir binanın 12. katından aşağı atılan gençler de, kolu bacağı kopmuş bir asker de. Ölümün müstehcenliği Ortadoğu’nun kaypak çöllerinde dağılıp gidiyor. Gördüklerinizle aynı insan olarak kalmanız mümkün olmuyor. Bir noktadan sonra gördüklerinize aynı tepkileri vermeniz de...
İKİ: 25 yıl önceki Körfez Savaşı ile bugünkü Suriye Savaşı arasındaki bir diğer fark da, bugün bir “vekalet savaşı” olarak cereyan eden Suriye Savaşı’nın karmaşıklığı kuşkusuz. Rakamlara bakılırsa, çeyrek yüzyıl önce 28’i Körfez’e muharip birlik göndermiş 39 ülke ABD’nin önderliğini yaptığı uluslararası koalisyonda Irak’a karşı aynı safta yer almıştı. Saflar çok net ve belliydi. 28 ülkenin 670 bin askeri Irak ordusuna karşı savaşmıştı. Bugün ise sahada ya da sahne arkasında 3-5 asil ve en az 70 de vekil var. Ve kimin kime kim tarafından kışkırtılarak kaç paralık silah ve mühimmat desteğiyle saldırdığı, bu kuvvetlerin önemli bir kısmının yarın kimin safında kime karşı savaşacağı belli değil.
ÜÇ: 25 yıl önceki savaşta bir tarafın hedefi, bir ülkenin sivil ve askeri altyapısını tamamen imha ederek, savaşacak ya da belini doğrultacak hale gelmesine engel olmaktı. Savaş da bu hedefe yönelik olarak “sonuç odaklı” bir şekilde cereyan etti. Hava saldırıları 17 Ocak 1991’te başladı ve yaklaşık 5 hafta devam etti. Irak birliklerini işgal ettikleri Kuveyt’ten çıkarmaya yönelik kara harekâtına ise 24 Şubat’ta girişildi ve 100 saatte sonuca ulaşıldı. 28 Şubat’ta da ateşkes ilan edildi. Yani Ortadoğu’nun en güçlü ordularından biri 1991 yılında 1,5 ay içinde artık savaşamayacak ve teslim bayrağı çekecek hale getirilmişti. Oysa Suriye Savaşı’nda odak sürekli değişebiliyor. Sanki sonuç alıp bitmesi değil, sürmesi temel amaç. Hatta hava kuvvetleri dahi bulunmayan ve köyden köye, kasabadan kasabaya Toyota’larla taşınan IŞİD güçleri, kendilerine karşı en az 20 bin bomba ve füze fırlatmış ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerine 2,5 yıl boyunca –nasılsa- kök söktürebiliyor.
DÖRT: Bu arada 1991’de ekonomisi çökmüş bir noktada olan Sovyetler Birliği bir federasyon olarak toptan dağılmanın arifesindeydi ve tarih sahnesinde artık süper güç olarak davranabilme yetisini yitirmişti. Bu nedenle dönemin Rus Dışişleri Bakanı Yevgeni Primakov’un, bugünün Sergey Lavrov’u kadar güçlü olması beklenemezdi. Ruslar savaştan önce Fransızlarla birlikte krize diplomatik bir çözüm bulmak için çaba göstermiş, ancak buna güçleri yetmemişti. Oysa Rusya 30 Eylül 2015’te Suriye Savaşı’nın gidişatını radikal bir biçimde değiştiren bir güç olarak belirecekti.
BEŞ: 25 yıl önce Türkiye’nin parlamenter demokrasisi her şeye rağmen barışına, huzuruna sahip çıkarken, istifa müessesi takır takır işliyordu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal parlamentonun önüne geçen, fiili bir “Başkan” gibi davranarak Dışişleri Bakanı Ali Bozer’i 8 ayda, onun yerine geçen Ahmet Kurtcebe Alptemoçin’i de 1,5 ayda devre dışı bırakmış, bu bakanlar da çareyi istifa etmekte bulmuşlardı. “Özal’ın devlet anlayışına ters düşen” sadece dışişleri bakanları değildi. Savunma Bakanı Safa Giray 18 Ekim 1990’da, Giray’dan boşalan göreve getirilen Hüsnü Doğan 22 Şubat’ta, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ise 3 Aralık’ta istifa ediyordu. Öyle ki Türkiye Körfez Savaşı’nın son haftasına Savunma Bakanı olmadan giriyordu. Özal ne hükümetini ne de ordusunu Körfez Savaş’ında daha aktif rol alma konusunda ikna edebiliyordu. Musul ve Kerkük’ü Türkiye’ye bağlama konusundaki çiğ vizyonuna (!) taraftar bulamıyor, Suudi Arabistan’a sembolik bir birlik gönderme konusunda karar dahi çıkartamıyordu. Bu arada barışa destek eylemleri yurt çapında yaygınlaşıyor, muhalefet Özal’ı “sine-i millete dönmekle” uyarıyordu. Bugün ise -25 yıl öncesinden farklı olarak- parlamenter sistemin bel bağladığımız neredeyse bütün kurumları çalışamaz halde. “Biat Çağı”ında istifa müessesi diye bir şey yok zaten. Böyle olunca da, 25 yıl öncenin derslerinden neyin nasıl olamayacağını görmüş birileri, günümüz şartlarının benzer sonuçlar üretmemesi için işi başından sıkı tutup İç Güvenlik Yasası’nı çıkarıyor, memleketin en direngen ve muhalif güçlerini kriminalize etmeye girişiyor, barış isteyenleri terörist olarak damgalayarak ve yargılayarak sindirme yolunu seçiyordu.
Evet, başlıkta 25 yıl önce yöneltilmiş bir soruyu, “Türkiye Irak’a girecek mi?” sorusunu yeniden sorduk. Bugün aslında Irak bağlamında güncel ve doğru soru, Musul yakınlarındaki Başika kampında askeri varlık sahibi olan “Türkiye Irak’tan çıkacak mı?” olur. Bugünkü daha güncel ve “sıcak” sorumuza, “Türkiye Suriye’ye girecek mi?” sorusunun cevabına gelince...
Fırat’ın batısını YPG’ye yasaklamış, o hattı “kırmızı çizgi” ilan etmiş Türkiye, geçtiğimiz hafta içinde de bu kez Cenevre’yi PYD’ye yasakladı. Yani Suriye topraklarının yüzde 15’ini elinde bulunduran Kürtlere “barış görüşmelerinde yer alamazsın” dedi. Hâl böyle olunca, şimdi tarihin barış masasından ziyade savaş sahnesinde hızlanacağını ve hep dikkat çektiğimiz Cerablus –Azez hattının biraz daha kızışacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok.
Cerablus, 19 Ocak’tan bu yana epey hareketli zaten. Suriye’deki yerel kaynaklar, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait mayın tarama araçları ile iş makinelerinin o gün sınırı geçerek Suriye'nin Cerablus kenti topraklarına girdiklerini öne sürmüşlerdi. Ankara ise Çobanbey sınır kapısı yakınlarında örülecek duvar öncesinde mayın arama tarama faaliyetlerinin gerçekleştirildiğini söylemişti.
Aynı günlerde Türkiye PYD’nin Cenevre’deki barış görüşmelerine katılmaması konusundaki tutumunu daha sert ifade etmeye başladı. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Vassily Nebenzia’nın 22 Ocak 2016 tarihinde İstanbul’da yerleşik KEİ Sekretaryası’na yapmayı öngördüğü ziyaret 20 Ocak’ta sağlık sebepleriyle iptal edildi. Oysa 24 Kasım’da patlayan uçak krizinin ardından Türkiye’ye Rusya'dan ilk kez bir üst düzey hükümet görevlisi gelmiş olacaktı. Aynı gün Rusya’nın YPG güçlerine destek amacıyla Türkiye sınırındaki bir başka önemli nokta olan Kamışlı’ya 100 civarında asker ve askeri uzman sevk ettiği haberleri geldi. Bu arada Rus savaş uçaklarının desteğindeki Suriye ordu birliklerinin Cebel Ekrad yakınlarında ilerlemesi üzerine, çatışmaları kaybeden Ankara desteğindeki Türkmenler Türkiye'ye geçmeye başladı. Derken 30 Ocak’ta Ankara’dan Türk hava sahasının 24 Kasım’da olduğu gibi bir Rus uçağınca yeniden ihlal edildiği şeklinde bir açıklama duyduk. Hemen ardından NATO’nun Rusya’ya yönelik “bir daha yapma” uyarısı geldi.
Türkiye NATO’yu yeniden yardımına çağıran girişimlerde bulunuyor. Kürtlerin hamisi konumuna gelmiş Rusya ile ihtilafını uluslararasılaştırma çabası içine giriyor. Kısacası, Türkiye’nin Suriye sınırı hayra alamet sayılmayacak gelişmelerle iyice ısınıyor. 25 yıl önce Özal, kendisinin ve ülkenin karşı karşıya kaldığı tüm sorunların çözümünü Körfez Savaşı’nda görmüş ama gücü ülkeyi o savaşın aktif bir tarafı yapmaya yetmemişti. Umalım ki, bu husus günümüzle 25 yıl öncesi arasında ileride yapılabilecek kıyaslamalarda benzerlik paydası altında anlatılabilsin.