Neden parlamentosu rafa kalkmış, kuvvetler ayrılığını tarihin çöp sepetine yollamış, denge ve denetleme mekanizmalarını lağvetmiş, demokrasi ve özgürlükler bahsinde en alt liglerde en alt sıralara düşmüş, ekonomik krizine kalıcı çare bile üretemeyen bir görüntü veren ülke haline geldi Türkiye? Neden?
Bugün Türkiye’de belki birçok kişi bu sorunun cevabını bir kişinin hırs ve kibriyle, şahsi tercihiyle açıklamayı uygun bulmakta. Ancak galiba bizim ülkemizde böyle bir soruya cevap ararken önce kendisini bu devletin gerçek sahipleri olarak addeden güçlerin iradesine bakmak lazım. Sakın bu iradenin yolu tarihin belirli bir anında popülist yöntemlerle kendisine büyük bir halk desteği kazanmış ve büyük bir güç devşirmiş bir kişinin hırsı ile kesişmiş ve bu da o iradeye büyük bir imkân olarak gözükmüş olmasın? Ne yapılacaksa da bu imkâna yaslanılıp yapılmış olmasın?
Biraz geriye giderek bazı hatırlatmalar yapacağım ve onların yekûnuyla sanıyorum bu konudaki meramımı daha iyi anlatabileceğim.
Bakın:
- 30 Ekim 2014’te 10,5 saat ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun MGK toplantısı gerçekleşiyor ve Kürtlerin yoğun bir şekilde yaşadığı kentlerde yapılabilecek operasyonların altyapısı hazırlanıyordu.
- Bu toplantının ardından Hükümet kapsamlı bir çalışma yaparak hazırladığı bir İç Güvenlik Paketini 17 Şubat 2015’te TBMM Genel Kurul gündemine getirdi.
- Bu paket 1.5 ay süren kavgalarla dolu görüşmelerden sonra Mart ayı sonlarında Meclis’te kabul edilerek yasalaşacak ve 4 Nisan’da Resmi Gazete’de yayınlanacaktı.
- Bu arada bizim Akçakale’nin karşısındaki Tel Abyad’ın YPG’nin eline geçmesinden 10 gün sonra, yani 26 Haziran’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yaklaşmakta olan dönemin şifrelerini veren bir konuşma yaparak şunları söylüyordu: “Bölgenin demografisini değiştirme operasyonunu tamamlamak istiyorlar. Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun mücadelemizi sürdüreceğiz!”
- Sonrasında neler olduğunu daha net hatırlıyoruz. Özetle, 2015 Ağustos’ta öz yönetim ilanları ve Aralık ayında TSK’nın Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova ve Sur gibi yerleşimlerde, ağır sonuçları olan ve Türklerle Kürtlerin adeta hem fiziksel hem de psikolojik kopuşunun altyapısını yürürlüğe koyar nitelikte operasyonlar...
Yani.... Devletin tepesinde birileri 2014 yılı Ekim ayında MGK’da neredeyse yarım gün uğraşıp çok kritik kararlar alıyor. Ancak bu kararların icrasına dönük operasyonlar ancak 2015 yılı Aralık ayında sahada uygulama şansı bulabiliyor. Arada bir yılı aşan bir faz farkı var! Devlet bakıyor: Neden bu faz farkı? Sebebi belli: Türkiye’de o tarihlerde bütün kusurlarına rağmen yine de iyi kötü işleyen bir parlamenter sistem var, dengeyi, denetlemeyi, sindirmeyi önemser görünen. Bu savaş rejimi içinde bu sistem bir tür “ayak bağı” olarak düşünülüyor. Ve kurtulunuyor.
Şimdi o sistem yok artık! Devletin tepesinde bir gecede alınan bir kararın gecikmeden uygulanabileceği, uygulanabildiği bir sistem var. Kendisini savaşta gören ve tüm refleksleri güvenlik odaklı çalışan bir devlet için “bulunmaz nimet” (!)
2001 yılında o dönemin Başbakanı “15 yasa 15 günde çıkmaz” demiş, bugünlerde kavuştuğumuz bu hızın (!) 1 numaralı destekçisi olan Devlet Bahçeli de o tarihte “devlet işi aceleye gelmez” buyurmuştu. Şimdi onun da sayesinde geliyor!
Nereden nereye!
Yok, böylesi Türklerle Kürtlerin kopuşunun, fiziksel ve psikolojik altyapısını hazırlarmış, sonra bunu onarmak çok zor olurmuş, falan filan.. Kimsenin böyle “soft issue” denilen hususlara takıldığı yok.
Şimdi bir sistem değişikliği ile muazzam bir karar alma hızına ve kendisine sahada da yardımcı olacak ölçüde büyük bir sürat ve esnekliğe kavuştu devlet aklı. Peki her şey yolunda gidiyor mu?
Hayır!
Türkiye aldığı o hızlı kararlarla tarihinin belki de en sorunlu dönemine doğru koşmuş oldu! Karardan uygulamaya geçiş sürecini o yukarıda verdiğim örnekteki gibi 13,5 aydan belki bir geceye indirdi, ama.... Sorunlarını hafifletmek ve güvenlik kaygılarını bertaraf etmek için aldığı önlemlerle (!) çıktığı yolda geldiği yere bakar mısınız!
Hiç bir kademesinde tartışılmadan, sindirilmeden, çok yönlü uzlaşılar ortaya konmadan alınan kararların Türkiye’yi getirdiği yeri görüyor musunuz?
Bir sürü operasyona, yiten cana, kan ve gözyaşına rağmen, karşılığında ağzımızdan en çok çıkan sözcük “bekâ” olmuş durumda: Bugün Türkiye ABD’nin peşi sıra gelecek çok ciddi yaptırımlarıyla yüzleşmeye başlayan, ait olduğunu düşündüğü güvenlik ittifakı tarafından yüzüstü bırakılmanın eşiğinde, Avrupa’nın sırtını dönmekte olduğu bir ülke! Hadi bunlar olabilir belki, stratejik ittifak tercihinizi değiştirmeyi de elbette düşünebilirsiniz. Ama sağlam bir yeni gelecek alternatifi, vizyon ortaya koyarsınız bunun için! Bugün bırakın vizyonu ve stratejiyi, ne siparişini verdiği füze savunma sistemini konuşlandıracağı yeri tam olarak bilebilen, ne üretim programının bir parçası olduğu hatta parasını ödediği savaş uçağını ülkeye getirebilmeye gücü yeten konumda bir ülke Türkiye... Doğu Akdeniz’de daha ne oldu bitti ve sürprizlerle (!) karşılaşacağını da bilmiyoruz.
Basit bir yerel seçiminin sonucunu dahi üzerinden geçen bir aya rağmen hazmedememiş, yatırımcıların güvenilir bulmadığı için teker teker piyasasından çıktığı, tarihin en ağır iktisadi bunalımının başında, köhne eğitim sistemi nedeniyle insanına onurlu bir gelecek perspektifi ve umudu da vaat edemeyen bir durumda... Beri yanda, insanlarını da dünyanın en öfkeli, en kızgın, en mutsuz uluslarından birinin mensupları yapmış halde!
Hadi bir gece bir karar alıp bütün bunları çözün bakalım, çözebiliyor musunuz? Derler ya, “Hızlı gitmek istiyorsan yalnız git, uzağa gitmek istiyorsan birlikte yürü” diye….
Uzağa gitmek istiyorsak, hızlı ve yalnız değil, Türk’üyle Kürt’üyle birlikte ve sindire sindire yürümek durumunda olduğumuzu anlamak hâlâ çok mu zor acaba?
(Not: Yoğun bir dönemin eşiğinde olduğum için bir-iki hafta bu köşeden izninizle affımı rica ediyorum.)
twitter: @akdoganozkan