Bir şafak vakti gözlerimi 3 bin metrelik bir boşluğa açtığımda 22 yaşına basmıştım. Boşluğun öte yanında, Kaldı Tepesi’nin arkasından patlayan güneş civardaki bütün heybetli dorukları öyle bir renge boyamıştı ki, bu dağlara neden “Aladağlar” adını verdiklerini o zaman anlamıştım.
Bunu bilebilmek için kaya duvarlarına iplerle sabitlenmiş bir halde bir sabah beş buçuk gibi uyku tulumunda uyanmam gerekmişti.
Uyandım! Uyanış o uyanış... Bir daha bu memleketin ala coğrafyasına gözlerimi hiç kapatmadım!
O yıllarda köylerden yaylalara uzanan misafirperver platolarda içim dışım ayran ve kiraz olurdu. Dağlar kekik, çadırlar koyun keçi kokar, buzullar çelik buydururdu. Pınarlarından su içmeye doyulmazdı.
Bu coğrafyaya bir kez uyanınca, mucize anlarım çoğalıverdi.
An geldi, antik hamamlarında yüzdüm. An oldu sarp yamaçlarında alaca karanlıkta dağ keçilerini seyre koyuldum. Gün geldi, daha tek bir turistin inmediği yeraltı şehirlerinin dehlizlerinde dolaştım.
Bir gün, mesela, bir baktım 8 bin yıllık bir aşk sahnesi duruyor bir mağara duvarında.
Bir başka gün 1500 yıllık bir evin duvar mozaiklerine vuruldum.
Bu memleket öyle olağanüstüydü ki, herhangi bir köşesinde meydana gelen şeyler bazen okumaya bile üşeneceğimiz “sıradan” haberler olarak sunulabiliyordu.
Mesela, “hadi bir metro istasyonu yapalım” dendiğinde, 8 bin 500 yıllık İstanbullu bir baba-oğul ile karşılaşıyorduk, yerin altında.
Muğla Belediyesi işçileri kanalizasyon altyapısı için bir bulvarın 5-6 m altına indiklerinde 1600 yıllık mermer bir mezar bulabiliyorlardı.
Bir Avrupalının üç tanesini bir arada görebilmek için bütün bir hafta sonunu feda edebileceği bir kuşun binlercesini birkaç saat içinde, Garipçe yakınlarında görebiliyorduk, mart ayı sonlarında.
Bir Yeni Zelandalı’nın bir tanesine sahip olmak için dünyaları vereceği bir mermer lahitten onlarcası bir köyün çayırlarında tarla çintelerine suluk vazifesi görebiliyordu.
Bir Yunan sevgilisini kapıp Saraçhane’ye geliyor, şehrin tam orta yerindeki iki tepenin arasına binlerce yıl önce örülmüş Valens su kemerinin üzerinden denizi seyre koyulabiliyordu.
Burası gözlerimden yaşlar getiren muhteşem bir tarihin, coğrafyanın harmanıydı.
Ama işte bu, hikayenin ya da madalyonun sadece bir yüzüydü.
Bir gün bir başka şafak vakti gözlerimi İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndaki meşe ormanında açtığımda madalyonun diğer yüzüne uyandım. Binlerce yıldır üzerinden göçmen kuşların geçtiği, geceleri konakladığı meşe ormanları kesiliyor, soluklanıp az da olsa su içmek, beslenmek için uğradıkları sulak alanlar -bir daha gelemesinler diye- beton dökülerek kapatılıyordu.
Uyandım! Uyanış o uyanış... Bir daha bu memleketin vicdansızlık coğrafyasına gözlerimi kapatamadım!
Bu, sözüm ona “muhafazakâr” memlekette kültürel ve doğal değerlerimizi hiçe sayan şeylere aslında her zaman tanık oluyorduk.
Zaten bizim için tarih başına bir bekçi dikip kulübede bilet kestiğimiz, sıcak mı sıcak bir turist coğrafyasının çıplak taşlarından ibaretti. Turist ise “esnafa para bırakan” canlı varlıktı! Yeterince bırakıp bırakmadığına bakar ona göre değerlendirirdik kendisini.
Bir seferinde Noel Baba Kilisesi ve Müzesi’nin de bulunduğu bir ilçemizin belediye başkanı, her yıl bölgesine ziyarete gelen 500 bin turist için “Ben onların b..unu, pisliğini temizlemeye hevesli değilim. Para bırakmayacaklarsa gelmesinler” şeklinde bir laf etmişti.
Yadırgayanı, cümlenin pisliğini temizleyeni çıkmazdı.
Zaten “turlayanın” halinden anlamazdık biz. Bizim başka işlerimiz vardı. Ayrıca kazdıkça “altından çapanoğlu çıkan” taşlar, topraklardı buralar. Definecilikle sermaye birikimi yapmış ahalinin evlatları olarak bu toprakların barındırdığı değerleri dinamitlemek, kazmak varken, “turlamak” bize göre değildi!
Müzesinde sünnet düğünü yapar, saray koltuklarını makam koltuğuna çevirir, orijinal eserleri yurtdışına satıp kopyasını salona asardık biz. 1200 yıllık bir Bizans sarayını sünnet salonu yapacak alıcısına satmadan önce “mezbelelikti, kurtardık” derdik. Bizde tarihi yalı demek, “Türk turizmine hizmet vereceği” günü hızlandırmak için “kızıl bayram” ile yanıp tutuşan (!) yer demekti.
Bunları biliyorduk. Ama tarih “biz bir gün muhafazakar (!) iken” birden hızlanmış, vicdansızlık beşinci vitese takmıştı.
Mesela...
Sahi ne olmuştu da, bizler kendi yurdunu, değerlerini yağmalayan, tarihsel ve coğrafi envanterini yok etmek için uğraşan, istediği her yere dozer ve dinamit sokabileceğini düşünen insanlar haline gelmiştik? Hani biz bu coğrafyanın yerlisi, “muhafazakârı” idik?
Gölgesini satamadığımız ağaçları kesiyor, suyunu satamadığımız dereleri kurutuyor, beach-club yapmaya elverişli olmayan sulak alanlarına beton döküyor, göllerinden çöl yapıyorduk. Şimdi bize muhafazakâr denir miydi?
Yoksa kapitalizmi en vahşi haliyle ehlileştirmek, meşrulaştırmak için sığındığımız bir elbise miydi muhafazakârlık?
Sahi, şu muhafazakâr (!) halimizle sıfırlaya sıfırlaya eritemediğimiz bu coğrafya bize ne yapmıştı da, böyle bir zulmü kendisine reva görebilmiştik?
Aslı “Eyd ül Fıtr” (yani Fıtr/fıtrat Bayramı) olan ve yaradılışımızla irtibatlandırılan şu bayramda acaba fıtratımızı bir kez daha düşünsek mi?
twitter: @akdoganozkan