Rusya’nın Fırat’ın batısında önüne koyduğu hedeflere ulaşmasıyla birlikte sıranın Fırat’ın doğusuna geleceğinin farkında olan ABD, bunu olabildiğince geciktirebilmek üzere İdlib denkleminde kendisine El-Nusra (Nusret) Cephesi ile yeni bir yer edinmeye yöneliyormuş izlenimi veriyor.
Fırat’ın doğusunda askeri ve lojistik destek verdiği Suriye Demokrat Güçleri (SDG) üzerinden ülke topraklarının hemen hemen hemen üçte birini denetim altında tutan Washington Yönetimi için Fırat’ın batısı, bilindiği gibi, askeri varlık göstermediği bir coğrafya. O bölgede Rusya’yı Ankara üzerinden frenletmeye dönük bir strateji izlemiş olan ABD, son gelişmelerle birlikte bu konuda artık zorlandığının farkında. Rusya desteğindeki Suriye Ordusu’nun İdlib bölgesinde cihatçılara ait cepleri kapatmada hızlandığını fark eden Washington, son haftalarda Moskova’nın planlarına karşı cihatçıların saflarını dolaylı yoldan da olsa tek merkezde sıklaştırma çabası içinde görülüyor. Bu çabalarda özellikle iki temel hedef gözetildiği hissediliyor. Nasıl hedefler bunlar, önce onları açalım:
BİR) Ankara ile Moskova’nın (eski adıyla El-Nusra Cephesi, bugünkü adıyla) Heyet Tahrir’üş Şam’ı (HTŞ) dağıtmada anlaştığını fark eden ABD, küresel terör örgütü olarak tanımlasa da, Şam Yönetimi’ne karşı savaşan “isyancı güçlerin en agresif ve en başarılı kolu” olarak tanımlamayı sürdürdüğü bu yapının sahadaki olası alternatiflerini zayıflatarak ya da ortadan kaldırarak (uzun bir dönem el Kaide’ye bağlı kalmış) mevcut HTŞ liderliğine dolaylı destek vermeyi hedefliyor.
İKİ) ABD’nin bir diğer hedefi de, Suriye’deki terör örgütleri içinde artık asıl “kötü adamın,” yani asıl “El Kaide” bağlantısının 2018 yılı Şubat ayında HTŞ’den ayrılan “radikallerin” kurduğu Hurrâseddin (HaD) örgütü olduğu fikrini uluslararası bir kabul haline getirmek.
Peki bu hedeflere dönük olarak neler yaptı ya da yapıyor ABD Yönetimi? Ve bunları neden yapıyor? Şimdi de onları açalım:
Aslında çoğumuzun bildiği üzere, Ankara çok uzun bir süredir HTŞ’nin kendisini feshederek, tasarımı kendisine ait olan geniş bir muhalif çatı yapılanması kimliğindeki Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (Cephe el-Vataniye el-Tahrir Suriye) katılmasını istiyordu. Zira, yekpare bir muhalefet cephesinin ortaya çıkması ve bunun Fırat’ın batısında kalan son ceplere hâkim olması durumunda Cenevre görüşmelerinde silahlı Suriye muhalefetini tek bir muhatap üzerinden çözüm masasına oturtması daha kolay olacaktı. Bu doğrultuda Rusya’dan geçen yıl zaman ve saha denetimi vizesi alan Ankara, aradan geçen süreye rağmen HTŞ’yi barışçıl yollardan bu fikre ikna edemedi.
Ankara’nın desteklediği muhalif gruplar aynı hedefe askeri yollardan ulaşmak istediyseler de, onlar da bu konuda başarılı olamadı. Hatta, HTŞ kendisini feshetme yoluna gitmeyi reddettiği gibi, diğer cihatçı örgütlerle yürüttükleri çatışmalar sonucunda, bölge topraklarının yüzde 90’lık bölümüne hâkim konuma geçti. Bunun üzerine Rusya 27 Ağustos 2019 tarihinde Moskova’da Ankara’ya “hadi artık ya bu işi hızla halledip bu örgütü dağıt, feshet, bir şeyler yap ya da ben bu işi askeri yoldan halledeceğim” dedi. Ankara belki pek de gönüllü olmayacak şekilde Moskova ile bu konuda mutabık kaldı. Performansı Astana formatında 16 Eylül’de (yani bugün) Ankara’da gerçekleştirilecek Beşinci Üçlü Zirve Toplantısında değerlendirilecek ve gerekirse yeni bir yol çizilecekti.
Ancak iki ülkenin böyle bir mutabakata varmış olması ABD için olumlu bir gelişme değildi. Washington her ne kadar HTŞ’yi geçmişte küresel terör örgütleri listesine dahil etmiş olsa da, Şam yönetimine karşı etkin şekilde savaşmış ve İdlib bölgesinin neredeyse tamamını denetim altına almış bu örgütün dağıtılmasını ya da zayıflatılmasını arzu etmiyordu. Zira, öyle bir durumda Fırat’ın batısında savaşın ateşi daha hızlı bir şekilde söndürülecek ve sıra Fırat’ın doğusuna, ABD’nin denetimindeki topraklara gelecekti. Rusya’ya İdlib bölgesinde fren yaptıran gücün dağıtılması değil belki de güçlendirilmesi gerekiyordu.
Han Şeyhun’un 21 Ağustos’ta Rusya desteğindeki Suriye ordu birliklerinin eline geçmesinin ardından İdlib’in kale kapısının düştüğünü fark edip telaşa kapılan ABD, Ankara’nın İdlib bölgesindeki performansını da yeterli görmemiş olacak ki, bölgeye müdahil olup HTŞ’ye dolaylı destek verme ihtiyacı hissetti. Rusya ile Ankara’nın HTŞ’yi denklemden düşürüp olası bir yekpare muhalefet bloğunu kendi isterleriyle tanımlamaları kabul edilemezdi.
Peki bunun için neler yaptı Washington? Yukarıda sıraladığımız hedeflerine ne şekilde ulaşmak istedi?
BİR) ABD’nin HTŞ’yi kollayıcı bir doğrultuda hareket ettiği izlenimini veren ilk aksiyon aslında 30 Haziran 2019’da gelmişti. O tarihte Amerikan uçakları HTŞ’nin İdlib bölgesindeki (yer yer ittifak da yaptığı) hasımlarından Hurrâseddin örgütüne dönük bir hava bombardımanı gerçekleştirmişti. Amerikalılar ondan tam iki ay sonra, 31 Ağustos’ta yine İdlib bölgesindeki Kefreye ve Ma’aret Misrin kasabalarındaki bazı askeri hedeflere yönelik hava saldırıları gerçekleştirdi. Bunlardan biri Hurrâseddin komutanlarının Ensar’ül Tevhid örgütüne ait bir üste toplantı yaptıkları sırada gerçekleşti. Bu son saldırılarda en az 40 cihatçı liderin öldüğü açıklandı.
Pentagon, Rusya’nın sert, Ankara’nın yumuşak bir şekilde tepki gösterdiği bu bombardımanları savunurken, saldırdığı örgütlerin ABD yurttaşlarının güvenliğini küresel ölçekte tehdit eden el Kaide yapılanmaları olduğunu ileri sürdü. El Vatan’ın sahadaki kaynaklara dayandırdığı haberine göre, ABD güçleri bu operasyonda ihtiyaç duydukları istihbaratı kendisine yönelik komplo girişimlerini boşa çıkarmak istediği için Washington ile işbirliği yapan HTŞ lideri Ebu Muhammed el Cevlâni’den almıştı. Söz konusu kaynakların iddialarına bakılırsa, Türkiye’nin HTŞ liderliği ile ilişkilerini koparmaları yönünde baskı yaptığı söylenen Ensar’ül Tevhid ve Hurrâseddin gibi örgütlerin silah/mühimmat depolarına ve bazı komutanlarının bulunduğu üslere ait koordinatları içeren bir “hedef listesini” Washington temsilcilerine Cevlâni iletmişti. Amerikalılar bölgedeki tek büyük güç olarak kalmasını düşündükleri için mevcut HTŞ liderliğini kollamaktan, onun olası alternatiflerinin de sahada güçlü bir aktör olarak belirmesinin önünü almaktan yana idiler. (Söz konusu koordinatları Amerikalılara Cevlâni vermiş olsa bile, istihbaratın teyidini Ruslarla HTŞ’nin hızla feshedilmesi konusunda gönülsüz anlaşmış olduğu izlenimini veren Ankara’nın ya da TSK’ya yakın unsurların vermiş olabileceğine dönük iddialar da dolaştı ortalıkta, ama bu konuda spekülasyondan öte güvenilir bir saha kaynağı bilgisine rastlanmış değil.)
Sözün özü, Cevlâni, HTŞ içinden ya da dışından kendisine rakip/alternatif olabilecek kimi komutanları çeşitli yöntemlerle safdışı bırakırken, ABD’nin Hurrâseddin ile Ensar’ül Tevhid hedeflerine dönük bombardımanları onun bu çabasına destek mahiyetinde aksiyonlar olarak düşünülebilir.
İKİ) Bütün bunlarla hemen hemen aynı tarihlerde başka bir gelişme daha meydana geldi ve Hurrâseddin örgütü Washington tarafından “terör örgütü” ilan edildi. ABD Dışişleri Bakanlığı, konuyla alakalı olarak 10 Eylül tarihinde yaptığı duyurusunda, Hurrâseddin’i, onun Ebu Hamam el Şâmi kod adıyla bilinen lideri Faruk el Surî ile birlikte “Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Teröristler” (SDGT) listesine aldığını açıkladı. Bu adım atılırken, ABD liderliğindeki koalisyona yakın çevrelerde bu örgütün ilerleyen aylarda Batı’daki bazı kentlerdeki kimi hedefleri vurmayı düşündüğü de iddia edildi. Bir anlamda Washington için artık İdlib’teki “yeni kötü adam” Hurrâseddin idi, HTŞ değil…
Bu çabalar verilirken HTŞ’nin “küresel cihat” fikrinden uzaklaştığı, ABD vatandaşları için küresel bir tehdit olmaktan çıkmaya başladığı, artık Şam yönetimini devirmeyi amaçlayan “yerel bir devrime” odaklandığı yönünde bir kanaat oluşturulursa ve tabii örgüt de de bu algıyı güçlendirici bir gayret gösterirse hedeflere çok daha çabuk yaklaşılacaktı. İşte o zaman Washington, “asıl teröristlerin” tavizsiz bir şekilde El Kaide çizgisini sahiplenen grupların bir araya gelmesiyle kurulmuş Hurrâseddin olduğu algısını kuvvetlendirilebilirdi.
Aslında HTŞ ile Hurrâseddin’i bu şekilde ayrıştırmaya dönük gayretleri ilk olarak ABD önderliğindeki uluslararası koalisyona yakın siyasi gözlemciler ile gazetecilerin sosyal medya hesaplarından yaz aylarında gerçekleştirdikleri kimi paylaşımlarda gözlemlemiştik. Temkinli bir iyimserlik içeren paylaşımlardı bunlar. Ardından oradaki yaklaşımların izdüşümlerini Amerikan dış politika çevrelerinde görmeye başladık.
Bahsini ettiğimiz sosyal medya hesaplarında, ağustos ayıyla birlikte, HTŞ’nin artık bir “küresel cihat” fikri peşinde koşan ve dolayısıyla ABD ile müttefikleri için tehdit oluşturan bir örgüt olmadığı, asli meselesinin “Suriye devrimi” olduğu yönünde düşünceler dile getiriliyordu.
Amerikan dış politikasının şekillendirilmesi ve yansıtılmasına yaptığı katkılarla bilinen Washington merkezli “Foreign Policy” (FP) dergisinin, 4 Eylül 2019 tarihli nüshasında yer alan “Al Qaeda Is Ready to Attack You Again” başlıklı makale, ABD’de yeni filizlenen HTŞ/Hurrâseddin ayrımının altının çizilmesi bakımından önemliydi. Colin P. Clarke ve Charles Lister isimli araştırmacılar, 1,6 milyon kayıtlı kullanıcıya sahip FP dergisinin söz konusu makalesinde, isimlerini vermedikleri dört farklı kaynağa dayanarak, Hurrâseddin’in ilerleyen aylarda Batı’yı Suriye’den vurmayı düşündüğünü, dolayısıyla Amerikan vatandaşları için tehdit teşkil eden bir örgüt olduğunu da iddia ettiler. Yazarlar, ABD’nin iki yıllık bir aradan sonra bu El Kaide bağlantılı (Hurrâseddin vd) yapılanmaların Suriye’deki üslerini hedef almasının sevindirici olduğunu vurguluyorlardı.
Makalede, El Kaide örgütünün Suriye’deki bağlantılarıyla ilgili olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun 15 Temmuz 2019 tarih ve S/2019/570 no’lu belgesine atıfta bulunularak, HTŞ ile Hurrâseddin (HaD) örgütlerinin ortak bir geçmişleri ve ideolojileri olsa da pratikte farklı siyasi anlayışlara sahip olduğu savunuluyordu. HTŞ’nin kendisine düşman olarak Suriye Ordusu ile onun müttefiki Rusya Federasyonu Ordusu’nu bellemiş olduğunu, ülke dışında bir saldırı hedefi seçmediğini, yani küresel bir cihat anlayışı peşinde koşmadığını savunan yazarlar için küresel cihat fikri peşinde uluslararası sahada eylem yapabilecek gündeme sahip örgüt Hurrâseddin idi. Dolayısıyla El Kaide lideri Ayman El Zevahiri’nin Suriye’deki otoritesini HTŞ üdeğil Hurrâseddin temsil ediyordu.
Clarke ve Lister, Rusya’nın Suriye’de El Kaide ile savaşmadığını, yalnızca El Kaide’nin sivil muhalifleri ile ve onun çok daha az ekstrem siyasal İslamcı hasımlarıyla savaştığını da ileri sürüyorlardı. Yıllarca IŞİD’e odaklanmak durumunda kalmış CENTCOM’un ise çok sınırlı istihbarat ve keşif imkânına sahip olduğu İdlib sahasında el Kaide’yi nihayet vurmasının “cesaret verici” olduğunu dile getiren yazarlara göre, “terörizmle mücadelenin reçetesi” bu idi.
Gözlerinizi kapasanız karşınızda ÖSO lideri var sanırsınız
“Middle East Insitute” isimli düşünce kuruluşunun kıdemli araştırmacılarından olan ve “The Syrian Jihad: Al-Qaeda, the Islamic State and the Evolution of an Insurgency” başlıklı kitabın (2016) yazarı Charles Lister, 7 Ağustos 2019 tarihli sosyal medya paylaşımlarının da büyük bir bölümünü HTŞ’nin “siyasi olgunlaşma” ve “dönüşüm” sürecine ayırıyordu. Cevlâni’nin 3 Ağustos’ta düzenlediği basın toplantısında kullandığı dilin cihat-yoğun söylemden ve teolojik karakterde dersler vermekten uzak olduğunu düşünen yazarlar, “gözlerinizi kapasanız, karşınızda ÖSO lideri, hatta çok daha zeki bir lider var sanabilirsiniz,” diyorlardı. Selefi liderlerin çoğunlukla aşağılayıcı bir tonla vurgulamayı tercih ettikleri “Nusayri” ibaresi yerine, nötral bir işlevi olan “Alevi”yi tercih etmeleri, “cihat” demeyip “devrim” demeleri, “şehadet” demeyip, “zayiat” demeleri örgütün geçirdiği dönüşümü simgelemesi bakımından önemli göstergelerdi.
Lister’a göre, HTŞ retoriğindeki dönüşümün ardında “stratejik nedenlerden ötürü başvurulmuş kontrollü pragmatizm” yatıyor olsa da, örgütün eylemlerinde halka dayanan bir değişimin izlerini görmek mümkündü. Lister’a göre, bölgede popüler bir destek kazanmış örgüte militan kaydı artıyor, yerel bağışlar yükseliyor, halkın güveni de yükselişe geçiyordu.
Artık “HTŞ’nin El Kaide’yi temsil etmediği” konusunda en ufak bir soru işaretinin kalmadığını ileri süren deneyimli araştırmacı, çeşitli Avrupa hükümetlerinin HTŞ’nin siyasi ofisiyle diyaloga geçmeyi gündemlerine aldığını, Batılı çok sayıda inisiyatifin de HTŞ ile zaten görüşmekte olduğunu kaydediyordu.
El Kaide’nin geleceğinin küresel cihat fikrinden uzaklaşmış, yerel devrimleri temel alan bu tip bir anlayışta yattığı ifade edilirken, artık HTŞ’nin siyaseten daha olgun ve akıllı bir harekete doğru evrildiği savunuluyordu.
Cevlâni’nin basına kapalı toplantılarda “Kuzey Suriye Kurtarılmış Toprakları” adıyla andığı bir entiteden bahsettiği, Che Guevera’dan örnekler verdiği aktarılıyor, Lazkiye’de yaptığı Alevi katliamları unutularak “çağdaş Arap siyasi tarihinden dem vurduğu” itinayla dile getiriliyordu.
Daha önce “Brookings Institution”deneyimi olan, “IHS Jane’s Terrorism and Insurgency Center”da da Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölümü (MENA) Direktörü olarak çalışan Lister, 10 Ağustos’taki paylaşımlarında ise, el Kaide’nin küresel ölçekteki asli şebekesinin Hurrâseddin olduğunu ileri sürüyor, endişelenmemiz gereken örgütün HTŞ değil HaD olduğunun altını çiziyordu. HTŞ’nin aracılar yoluyla Batı’ya ve BM’ye hep diyaloğa davet edici mesajlar gösterdiğini belirten araştırmacı, Batı’nın yeri geldiğinde Taliban ile bile görüştüğünü hatırlatarak, bu konudaki düşüncesini “gelgelelim, HTŞ’nin mevcut (terörist) statüsü maalesef ciddi bir engel teşkil ediyor” şeklinde ifade ediyordu.
Öte yandan, Foreign Policy Research Institute isimli düşünce kuruluşunun araştırmacılarından Elizabeth Tsurkov da, 6 Ağustos’ta sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarda Lister’ın da bahsettiği basın toplantısında Cevlâni’nin yaptığı konuşmanın mezhepçi ve cihatçı retorikten uzaklaşmada çok önemli bir merhale olduğunun altını çiziyordu. Tsurkov, Cevlâni’nin Suriye’deki azınlıklardan bahsederken mezhepçilikten uzak, hatta “merhamet” içeren bir retoriğe” başvurduğunu, sertlik yanlısı kişi ve grupları zaten örgütten uzaklaştırmış olduğunu, dolayısıyla artık HTŞ’nin başında pragmatik liderler olduğunu söylüyordu.
Örgüt içindeki ılımlılaşma sürecinin izlerinin Cevlâni’nin bu yıl Mayıs ayında verdiği röportajda da görüldüğünün altını çizen İsrailli araştırmacı, HTŞ liderinin “İdlib Gazze’ye dönmeden önce”, yani çok geç olmadan belagatın ötesinde de çaba göstermesi gerektiğini vurguluyordu.
Kısacası, Suriye’daki savaşı takip eden Batılı gazeteciler ve think-tank kuruluşların bakış açılarında, HTŞ’yi ve El Cevlâni’yi neredeyse modernist bir devrimci figür olarak görmeye varan pozitif bir algının gelişmekte olduğu, bu nedenle de uluslararası aktörlerin bunu anlaması gerektiğini vaz’ eden bir yaklaşım olduğu seçiliyor. Hatta, bu yeni bakış açısı görebildiğimiz kadarıyla ABD’nin resmi dış politikası olmaya doğru ilerliyor.
Gerçi “ılımlı muhalif” de denilse, “terörist” de denilse, Suriye’de hükümete karşı savaşan İslamcı örgütlerin birçoğunun ne ideolojik referanslarının ne de Suriye için çizdikleri gelecek tasavvurunun birbirinden farklı olmadığı aslında biliniyor. Belki konjonktürel “elverişlilikleri” ve dönem dönem taşıdıkları şapkalar ile o şapkaların tedarikçileri farklı olabilir ama yarının Suriye’sinde kendilerinden olmayanlar için çizdikleri tabloda çok büyük bir farklılık görünmüyor.
Yine de Amerikalıların, HTŞ’ye bakışında bir değişim olduğuna dair belirtilerin çok net görüldüğünün altını çizelim.
Lakin -yarınki yazımda ayrıntılı bir şekilde ele alacağım gibi- HTŞ’yi bu örgütün içinden eleştirenler Amerikalıların pozitif yönde değişen bakış açısı ile neredeyse taban tabana zıt! Batı, HTŞ’de olumlu bir potansiyel görüp “cankurtaran simidi” atarken, örgüt içindeki muhalifler HTŞ’nin siyasi ve mali yolsuzluğun pençesinde basiretsiz ve kapasitesiz bir örgüte dönüştüğünü, artık “geminin batmakta olduğunu” düşünüyorlar.
Ancak onların bakışını yarınki yazımızda kaleme alalım. Bakalım HTŞ’nin içindeki muhalifler, bir “ümmet projesi” olarak HTŞ’nin kendileri ve Suriye halkı için artık ne ifade ettiğini düşünüyorlar? Daha da önemlisi, bakalım HTŞ bu farklı ses ve fikirlere nasıl tepkiler veriyor?
twitter: @akdoganozkan
(Yarın: HTŞ: Bir Ümmet Projesi mi, Bir Devrim Projesi mi?)