1950’lerde başlayan yeni bir şehirleşme atılımıyla İstanbul’un çehresi değişime uğramaya başladı. 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde eski ahşap veya beton evlerin apartman haline gelmeye başlamasıyla başka bir hayat yaşandı. İstanbul’da, Kadıköy tarafında, bilhassa Bağdat caddesi ana hattında ve tren yolunun arka hattındaki Banliyö treni olarak adlandırılan Haydarpaşa’dan başlayarak, Maltepe-Pendik’e kadar devam eden bir başka hatta, meyveli ve sebzeli bağlar ve bahçeler arasında evlere rastlanmaktaydı. Çocuklar bisikletleriyle iki tarafta da gezinirlerken veya boş arsalarda top oynayıp, bahçelerin önündeki musluk suyundan "kana kana" su içerlerken sağlıklı yaşanan bir hayat vardı (neredeyse "bir varmış bir yokmuş" masallarında olduğu gibi). Feneryolu tren İstasyonundan gelen tren hattı vagonları Dalyan askeri kampına yolu ve eşyaları götürmekteydi. Tren geçtikten sonra, yanındaki boşluklarda çocukların top oynadıkları bir Hatboyu vardı. Fenerbahçe, Dalyan ve Bostancı hattı Kadıköy ve Moda hattıyla kesişmekteydi. 1960’larda yazlık sinemalar ise Pop kültürünün yaşandığı yerlerdi. Yaz aşklarını konu edinen İtalyan filmleriyle yazlık sinemalarda "Türk" ve "ecnebi" filmlere giden gençlik ilk flörtlerini yaşamaktaydı. Daha 1970’li yılların "disco yılları" bile başlamamıştı. Çay bahçeleri, müzikli ve içkili lokantalar dans edilen yerlerdi. "Yeye gençliğinin" yıllarıydı, bu dönem. Yazlık sinemalarda filmlerden önce konser vermeye çıkan yeni genç müzik grupları, 1960’lı yılların gençliğinin "saç ve kafa sallama" yıllarını yaşamaktaydı. Bu yılarda daha siyasallaşmamış bir gençlik eğlenmekte ve flörtlerini yaşamaktaydı: Gençliğin politikaları bile, bir bakıma, eğlenceyle bütünleşmişti.
Bağdat caddesinde tramvaydan otobüse yönelme nüfus artışıyla, 1960’larda gerçekleşmişti. 1970’ler ise, köprülü (Boğaziçi Köprüsü) yıllar olmaya başlamıştı artık. 1980’lere kadar devam eden süreçte, balıkların ve deniz mahsullerinin azalmaya yüz tutması, atılan sepetlerin boş çıkmaya başlamasını takip etti. Halbuki 1960’larda pavurya, yengeç, karides bolluğunda yaşayan ve yaşamını balıkçılıkla geçiren Dalyan ve Fenerbahçe balıkçıları ile edebiyat çevrelerinin kesişmesi yaşanmaktaydı. Dalyan’da, Edip Cansever’in evinde toplanan şairler, edebiyatçılar, ressamlar, çevirmenler ve şiir okunan rakılı geceler entelektüel ve sanatsal dünyayı yaşamaktaydı. Dalyan balıkçılığıyla birlikte, teknelerle adalara gitmeler, midye bira ile geçen öğlen yemeklerinden sonra rakı sofralarının kurulması ve bazen de Todori’de kurulan sofralar, kentin entelektüel kültürünün parçasıydı. Denize girilen bir İstanbul vardı. Balık tutulan İstanbul bugünkü gibi değil, sepetlerle ve dalyanlara kurulan ağlarla işleyen bir sistemdi. Yazları herkes kayıklara biner ve denize girmek için kürek çekerdi ve İstanbul insanı yüzmesini iyi bilirdi. Bugün artık yok olan, Sahilyolu-Yeşilköy havaalanı arasında, Fatih ve Zeytinburnu civarında sahile inen orta sınıf ailelerdeki başörtülü kadınlar da diğerleriyle birlikte denize girer ve yüzerlerdi. Bunu o nesilde yaşayanlar anlatırlardı. Annelerinin ve babalarının "deniz sefalarını" çocukluklarından arda kalan anılarında hatırlarlardı.
Bu dönemde, komşular birbirlerini iyi tanırlardı. Kimisi daha seküler kimisi daha dindardı; ama dindar demek dinci anlamına gelmemekteydi. Ramazanda rakı içmeyi kesen ve camiye giden ve diğer zamanlarda akşamları "demlenen" insanların İstanbul’unda yaşanmaktaydı. 1950 ve 60’larda, sıklıkla gayri-Müslimler ile Müslümanların birlikte hem "mahalle arkadaşlıkları" hem de "okul arkadaşlıkları" sürmekteydi. Eğer mahalle okuluna gitmemekteyseler iki ayrı arkadaş olma hali vardı. Aslında, modernleşen Osmanlı döneminden kalan adetler Cumhuriyet döneminde de, pratik hayatta, devam etmekteydi. Yazın Kadıköy tarafında veya Prens Adaları’nda yazı geçiren bazı İstanbullular kışın Avrupa yakasında ikame etmekteydiler. Bu gidiş geliş ise vapurlarla veya arabalı vapurlarla yapılmaktaydı. Harem –Eminönü hattından geçenler Avrupa ve Asya arasında mekik dokumaydılar.
1970 yılında Başbakan Süleyman Demirel’in temelini attığı ve 1973’te açılan ilk köprü yapıldığında karşı çıkanlar İstanbul’un ekosistemine dokunulmasına izin vermek istemeyenlerden oluşmaktaydı. Kentleşmenin getirdiği sistem, aynı zamanda "köy toplumunu" "kent toplumu" haline getirmek üzere sözleşmişti: Bu, uluslararası kapitalizm ve komprador burjuvazi ittifakı olarak adlandırılmaktaydı. 1950’lerde başlayan otomobil yolları "mobil hayatı" işleme koymuştu bir kere. Hız ve politika işbirliğine girmişlerdi: Sandviç, burger ve lahmacun dönemi başlamıştı. İstanbullunun Fast Food diye adlandırılandan haberi bile yoktu belki, ama pratik hayatta esnaf lokantasında veya muhallebiciden itibaren yeni yemek adetlerine doğru dönüşüm yaşanmaktaydı. Bu yeni nesil hızlı yemek biçimlerine alıştırılacaktı. Ve ilk McDonald İstanbul’a geldiğinde bu nesil, o kadar heyecanlanacaktı ki, sanki ülkeye özgürlük gelmişti. "Özallı yıllarda", 1950’lerde otomobil ile başlayan hıza, yemek hızı katlanarak yeni kentleşmenin yolunu hızlandırmaya başlamış ve bu, "şehir toplumu" haline gelen Türkiye’nin heyecanına heyecan katmıştı: Herkes "ilerlemiş bir şehir toplumu" haline gelmenin keyfini çıkarmaya çalışmaktaydı. Dersiniz ki, sanki ilerlemekteyiz !
"Solcu" diye adlandırılan azınlık bir grup ise, rant ekonomisinin hırçın dönemine girilmeye başlandığından yakınmaydı. Fransız filozof Gilles Deleuze (1925-1995) "solcu" diye adlandırılanları şöyle tarif etmekteydi: "Solcu olmak önce dünyayı, sonra memleketini, sonra yakınlarını ve en son da kendisini düşünen demekti, sağcı olmak ise bunun tersi". Bu, çarpıcı ve basit açıklama bir şeyi göstermekteydi: Kendini düşünmek yerine, bu dönüşümü eleştirmek solcu olmak demekti. O zaman başlayan hat bugüne kadar geldi! Bugün ise solcu lafı artık gardıroplara kaldırılmış vaziyette. Kapatıldığı yerde durmakta bir gün çağırılacağı günü bekleyen elbiseler gibi: Kimi zamanlar, bugün de olduğun gibi, vintage elbiseler ve mobilyalar geri gelmekte değil mi? Hatta eski yatırım üzerine, artı-değer yaratan, özgür emek üzerine kurulu bir kapitalizm bile benzer bir dolaba kapanmış beklemekte!
Kentsel dönüşüm şehri banliyöleştirdi. "Kanal İstanbul" ise şehrin banliyösünü sanki yarmak istemekte. Evlerin yok olması, apartmanların dört veya beş kattan dönüşüp, gökdelenlere doğru yükselmesi, nefes alma imkanlarının azalmaya başlaması, yemek yeme alışkanlıklarının değişimiyle birlikte hızlı yemek tüketimi, hızlı iş tüketimi, hızlı aşk tüketimi, hızlı seyahat tüketimi vb. aldı yürüdü! Hayat değişmeye başladı: Kötü yemek, hava kirliliği, hastalıklar, obezlik, kardiyovasküler bozukluklar, yaşam ve sağlık şartlarının değişimleri ! Memnun olmayanların oranı en yüksek şehirlerden biri haline gelmiş durumda İstanbul! Herkes hayatından şikayetçi: Bıkkınlık almış yürümüş; daha önce de yazmış olduğum gibi "cinnet toplumuna" doğru akan bir nehir gibi hızlanmakta şehrin ritmi! Ne eski yerler kalmış; ne de eski adetler: Hız ve akışkanlık üzerine kurulu post-modern bir yaşam almış başını gidiyor şehirde. Saygı üzerine kurulu yaşam yok olmaya yüz tutmaktayken, bu durum aile ilişkilerini bile yersiz yurdsuzlaştırmış vaziyette. Gemisini kurtaran kaptan misali her insan kendini düşünmekte bu hız içinde (sağcılaşmış bir toplum söz konusu bu anlamda, Deleuze’ün tarifini takip edersek). Saygı ve empati yerine kendisinden başka kimseyi düşünmeyen bir "insan tipi" ortaya çıkmaya başlamış çoğunlukla!
O zaman; fark edileceği gibi, öyle bir fiziki döneme girilmekte ki, bugün yaşayan bir insanın oturduğu veya daha evvel yaşadığı bir yerdeki eski bir binanın kapısının önüne geldiğinde, "acaba dedem ve dedemin dedesi de bu kapı tokmağını tutmuş mudur?" sorusunu sorabilecek bir geçmişi, şimdiki zaman duygusuyla, düşünmek bile imkansızlaşmış bir şehrin içinde yaşamaya başladık demektir. Bugün, artık şehrin binalarının değil kendisinin tanınmaz hale geldiği bir hızın içine girmeye başlamışsak eğer, o zaman "yaşanmışlığın yok olduğu bir bilim-kurgu dünyasına girmeye başlamakta mıyız?" sorusunu soracağız kendi kendimize! Kadim yaşamın ritmini yok eden bir zihniyetle süren bu düşüncesiz yaklaşımlar yıkım içine sokmakta adetleri ve örfleri. O halde, tekrar soruya geri gelelim: "Solcu olmak" kadim yaşamı ve adetleri saklamaya yönelen, insanlığın iyi, sağlıklı ve temiz yaşamasını istemek demek midir? Sağcı olmak ise bugün bunun tam tersi mi? O zaman, "işaretler yer değiştirmiş" demek değil midir artık bugün?