Canlılar diye adlandırılan bir varlık türü ile insanı ayıran bir modernlik yaşandı. İnsan "akıllı bir hayvan" olarak algılandığından beri diğer canlılardan kendisini ayırmaya başladı. Bir bakıma Antik Yunan felsefesinden bize kalan bir adet olarak en çok Platon ve Aristoteles''en söz edilmekte. İnsan merkezli bir dünyaya onların bizi hazırladığı öne sürülmekte bazıları tarafından. Ancak Antik Yunan diye adlandırılan bir yer ve zaman içine başkaları da vardı. Onları felsefe okullar arasında saymaktayız sadece. Kamu alanı olarak baktığımız zaman, evet, izonomiden bahsedeceğiz. Merkeze eşit mesafede duranların siyasi bir rejimin başlangıcını temsil ettiklerini söyleyeceğiz. Demokrasi mesafe ile ilgili bir durum ortaya koyuyor. Taraftarların arasında rekabeti eşit mesafede tutmak demek demokrasi.
Bu aynı zamanda kutsal olan bir merkezden seküler bir merkeze doğru kaymayı gerektirmekteydi. Tanrıların değil, kamusal alanda insanların bir site yönetmesi anlamına gelmekteydi. Batı demokrasilerinin kaynağı olarak "aklın kamusal alanda kullanılmasını" gerekli kılmaktaydı. Bu anlamda canlılardan ayrılan insan merkezli bir düşünce biçimi alevlenmeye başlamıştı. Yunan kozmosundan ayrılan bir rasyonaliteye doğru giden düşünce insanı canlılar türünden ayırarak, onu merkeze yerleştirmesini bilmişti. Kozmos doğanın önceliği üzerine kuruluyken doğadan çıkan insanın aklı doğayı daha zapturapta almamıştı belki, ama yine de ondan bağımsızlaşmaya başlamıştı.
Gilbert Simondon'un bize aktardığı kadarıyla yarı insan yarı hayvan canlıların yerine insan ve hayvanın birbirlerine sırtlarını dönmeye başladıkları bir toplum fikri kozmik bakışın yerine oturdu, böylece. Bu yaratıklar var mıydı yoksa efsanemiydiler? Bu bir soru olarak durmakta. Prometeus'dan bir kahraman ortaya çıkarıp, insan merkezli bakış tanrısal kozmos fikrinden uzaklaşmaya başlayarak doğayı beslenmek üzere kullanmaya başlamıştı. Hesiodos'un anlatısına göre, tanrılara karşı ölçünün kaymasıyla birlikte "altın çağ" eskimeye doğru bir yön alarak, hayat kalitesinde bir düşüş yaşanmaya başlandı. Ölçü, o halde, aynı zamanda kozmik dünyaya bir saygı olarak durmaktaydı. Sadece Zeus'a saygıyı değil aynı şekilde fiziki doğaya da karşı saldırganlık başlamıştı bile. Doğandan beslenecek olan insanlar ateşi de keşfettiklerinde artık diğer canlılara besin maddeleri olarak bakmaya başladılar. Bitkiler ve hayvanlar yenilecek maddelerdi artık.
Doğa ise ölüme terk edilmeye başlandı; en azından tanrısallıktan çok doğurganlığı öne çıkartıldı. Bu anlamda cinsellikte, cinsler arası ilişkiler de başka bir boyuta taşınmaktaydı. Toprak doğurgandı: Toprak Ana. Kadın da doğurgandı. Bereketli bir anne ve bereketli bir toprak nesneleşmeye başladılar. Birlikte doğa ve kadın insan merkezli dünyanın içinde doğurganlık işlevine indirgendi. İnsan ise erkekti. Savaşçıydı; avcıydı, toplayıcıydı. İnsan merkezli olmaya başlayan Antik Yunan düşüncesi erkek olarak erkekler arası dostlukta felsefeyi keşfettiklerinde toprak ve kadın dışlanmış olan öğeler arasında sayılmaktaydı. Truva savaşı bir kadın yüzünden çıkmıştı; ama erkek onurunu zedeleyen bir kadından başkası değildi Güzel Helen. Isparta kralının karısı yakışıklı ve genç Paris'in cazibesine kapılmıştı ve onunla kaçmıştı. İntikam yine erkeklerin onuru için gerçekleştirilecekti.
Doğa ve kadın ikili olarak insan merkezli dünyanın dışına atılmışlardı. Bugünkü eko-feministlerin bakışı, bu anlamda Antik Yunan'a bakıştan geçmekte değil mi? Egemen bir figür olarak erkek iktidarın yerini işgal etmeye başlamışsa kadın ve doğa sömürülenlerin yerine yerleşmişlerdi. Pasif ve aşağı bir yer olarak durmaktaydı bu yer. Doğayı ve kadını pasifleştirmekteydi. E. Said'in Oryantalizm için ifade ettiği bu pasifleştirme ve dışlama ilişkisi ilk olarak daha Antik Yunan devrinde gerçekleştirilmişti: Hem Doğulu barbarlara karşı hem kadına karşı hem de doğa ve diğer canlılara karşı.
Halbuki başka bir antik dünya daha vardı ve yine Antik Yunan'a ait bir dünya görüşüydü bu. Sextus Empiricus insan üzerine düşünürken onun ikili karakterini unutmamaktaydı. Hem akıllıydı insan gibi hem de sezgiseldi, duyguluydu ve duyarlıydı bir hayvan gibi. Doğa, bitkiler ve hayvanlarla insanların ilişkisi daha karmaşık olarak ele alınmaya devam etmekteydi. Pisagor ise canlılar olarak hepsini bir saymakta ve her birisine birer ruh atfetmekteydi. Bu modernleşmeye başlayan 16. yüzyıl düşünürü Montaigne'in düşüncesine kadar uzanmıştır.
Yine Aristoteles'in öğrencilerinden olan Midillili Teophrastus'e göre, hocasının tersine ne sistemci olmak ne de "düşünen hayvan" insan merkezci olmak önemliydi, gözlem yapmak ve doğayı takip etmek daha elzemdi. Bitkilere ve onların canlı hayatlarına çok ehemmiyet veren birisi olarak düşündü. Canlıların insanlar gibi kendi özerkliklerine dikkat çekmekteydi. Ayrıca insanların hizmetine sunulan bir besin maddesi olarak düşünülmesini de eleştirmekteydi. İnsanın onlarla beslenmekteyken, onları yok ettiğinin farkındaydı. Doğayı yok etmekte olan bir insan fikri 21. yüzyılı beklemek zorunda kalmamıştı. Kendi dönüşümü içinde kendi zıtlıklarını içinde taşımaktaydı düşünce biçimleri birbirlerinden ayrılarak işleme konulmakta değildi belki, ama yine de farklı düşüncelerdi bunlar. Aralarında rekabet vardı; ama geriye bazıları daha baskın olarak kalmasını bildi. Historia Plantarum adlı eserinde bitkilerin ve ağaçların da insanlar gibi acı çekmekte olduklarının farkına vararak, bu düşüncesini bize aktarmaktaydı. Bu acının sebebinin de insan varlığı olduğunun altını çizmişti.
Çok yakından bildiğimizi sandığım Sinoplu Diyojen de kinik düşüncesinde köpekleşmeyi insani bir hareket olarak görmekte değil miydi? Onun siyaseti Platon'un siyasetinden çok farklıydı. Doğaya önem atfetmekteydi. İdeal bir şehir için, insanın yaşamından çok hayvanların yaşamı öne çıkarılmaktaydı; hayvan gibi insan da doğaya dönük yaşamalıydı. Doğayı sömürmesi değil insanın, onu taklit etmesi daha doğruydu.
Bu düşünceleri daha yakın çağlara doğru taşıyan düşünürler oldu. Eski felsefe okullarının etkileri Orta Çağ ve Rönesans'ta da sürdü. Modernlik iyice yok edene dek, bu okulların etkilerinin izlerini sürmek mümkündür; ama arada Aziz Augustinus arayı o kadar kuvvetli bit şekilde açmıştır ki, hâkim düşüncenin bir daha doğaya dönmesi için 21. yüzyıl beklenmek zorunda kalındı. Ve sanayinin mahvettiği doğayı yeniden düşünmek bu döneme kaldı.
12 Aralık 2015'de imzalanan Paris İklim Sözleşmesi (COP21) küresel ısınma üzerine olan antlaşmaydı ve bunun bir sınırına geldik yine. Doğa büyük bir hızla o günden beri eriyip gitmekte gözlerimizin önünde. Kuzey yarımkürede artan sıcakların buzulları erittiği bir dönem yaşamaktayız. İklim şüphecilerinin şüphe edemeyeceği kadar gözle görülmeye başlanan yaşam şartlarının ve biyo çeşitliliğin yok olmakta olduğunu izliyoruz. Hâlâ şüphe edenlere şaşmamak ise elde değil?
Truva Savaşı'ndaki Paris'ten iklim antlaşmasının merkezi olan Paris'e geldik tarihi olarak uzun ve hızlı atlamalarla. İkisinin de mahvolduğunu görmek yazık olacaktır. Paris savaşta yok olmuştu. Paris ise küresel ısınmanın şehri olarak can çekişmekte, diğer dünya coğrafyalarında yaşanmakta olduğu gibi.
Canlıların hep birlikte (insan, hayvan, bitki; organik ve inorganik) yaşandığı bir dünyaya doğru dönmeye başlayan yüzler hem antropolojide (insana ait) hem ekolojide (çevreye ait) hem de siyaset alanında (Şeylerin Parlamentosu kavramıyla hem doğadaki canlılara hem de insanlara ait) kendilerini göstermeye başladılar. Siyasilerin bunu takip etmesine geldi sıra. Bunun için bir çaba daha!