Yiğit Bener; geçtiğimiz günlerde, çeviri üzerine yazdığı yazıyla, içinde yaşamakta olduğumuz toplumsal değerlerin nereye kadar gittiğini gösterdiği bir örnek verdi. "Çevirinin Ten Rengi" adlı yazısında kimliklerin gitgide kendi içlerine kapanarak "biz bize benzeriz" üzerinden sıkışmaya başladığını ima etti. Neydi bu benzeme üzerine kurulu olan entelektüel uğraş? Herkes 20 Ocak'ta Joe Biden'ın ABD Başkanı olmak üzere görevi devraldığı törende siyahi genç bir kadının şiirinin etkisinde kaldı. Törende en dikkat çekici olan bu genç şairin şiiri oldu, belki de. Bazı yorumlara göre bir kitsch örneği olan seremoninin en dikkat çekici anlarından birisiydi. En çok dikkati çekerek beğeni toplayan Afrika kökenli Amerikalı Amanda Gorman'ın "The hill we climb" (Tırmandığımız Tepe) adlı şiiri ünlendi. Bu şiir; ünlü Amerikalı şair Walt Whitman'ın üslubunda, milliyetçi duyguları besleyen, İncil'den alıntılar yapan ve Afrika kökenli Amerikalı üslubunda Gospel ve Slam tınılı şarkıları andıran ritmiyle söylenen bir şiir olarak tarif edilebilir. Dünyanın çeşitli yayınevleri Gorman'ın şiirini kendi dillerinde çevirtip yayınlamak üzere harekete geçtiler. Hollandalı yayınevi Muelenhoff çevirmenini seçti. Kendi ülkesinin Marieke Rijneveld adlı kadın şairine çeviriyi yapmak üzere teslim etmek için antlaşmayı yaptı. Başka bir gazeteci bu çevirinin yapılmasına karşı bir makale yazarak bu çevirmenin Amanda Gorman gibi siyah tenli olmadığını ve bu nedenle de çeviriyi yapmasının "akıl almaz" olduğunu vurguladıktan sonra, Amanda Gorman'ın hayatının acı dolu anlarından örnekler verdi: Dul bir anne tarafından yetiştirildiğini ve çocukluk yaşlarında konuşma bozukluğu yaşadığını da ekledi. Bütün bu nitelikler Hollandalı yayınevinin çeviri için bulduğu çevirmenin koşullarına uymuyordu. Yayınevi özür mesajıyla eleştiriyi haklı buldu. Sosyal medyada eleştirilerin kurbanı olan çevirmen ise, yayıncının da özür dilemesi üzerine şiiri çevirmekten vazgeçti. Buraya kadar olayları Yiğit Bener'in yazısından aktarmaktayım. Taraflar kendi söylemlerini biraz yumuşatan yazılar kaleme almış olsalar da ok yaydan bir kere fırlamıştı. Pandora'nın kapağı açılmıştı. Böylece ancak siyahi ve kadın bir çevirmen A. Gorman'ın hayatını yaşamamış olsa bile çevirme yetkisine sahip olabileceği gibi kimliklerin daha katılaştığı ve benzer unsurlar üzerinden okunmaya başladığı bir tartışma içine girilmeye başlandı.
Burada ikinci örneği okumaktayız. A. Gorman'ın şiir kitabının çevirisinin siyahi olmayan bir kadın tarafından çevrilmesine karşı çıkan şair André Markowicz bir yazı yazarak bu durumun acayipliğini belitti. A. Markowicz başka bir çeviriden, kendi çevirisinden de örnek vererek Rus bir edebiyat eleştirmeninin kendisinin çevirdiği Dostoyevski çevirisinin "doğru olmadığını", çünkü Dostoyevski'nin Ortodoks olmasına rağmen A. Markowicz'in Ortodoks olmadığı ve Yahudi olduğundan dolayı Dostoyevski'nin düşünce ve duygularını anlayamayacağının altını çizmişti. Ortodoks olmayan birisinin Ortodoks bir Rus yazarın (evrenselleşmiş de olsa), yerel duygularının kişiselliğini göz önünde bulundurarak, çevirisinin imkânsız olduğu görüşünün hâkim olmaya başladığı bir dünyaya mı gidilmekte?
"Biz bize benzeriz" ne demek? Kimler birbirine benzer? Veya soruyu başka türlü de sorabiliriz: Analoji üzerine kurulu olan bir düşünce hangi çağa aittir. Epistemolojik olarak Klasik Çağ öncesi Avrupa'nın bu tip bir düşünceye sahip olduğunu biliyoruz. Şeylerin başka şeylere şekil olarak benzemesi üzerine kurulu olan bir anlayış hakimdi o dönemde. 16. yüzyıldan söz etmekteyiz, benzeme üzerine kurulu olan düşüncelerin hâkim olduğu çağdan. Buna göre, benzeyen kelimeler yan yana komşu olabilmektedir. Bunların birbirlerine dokunması sayesinde ve birbirlerine değmesi yüzünden kelimelerin komşulukları benzerler arasında kurulmaktaydı. Benzerlik üzerine hayvanlar bitkilere benzetilmekteydi. Etraflarını benzerlikler üzerine kurarlardı. Mesela insanın yüzü Tanrı'nın yüzüne benzediği için insandı ve Tanrı'nın yarattığı eşiydi. İnsanlar da yaşadıkları topraklara benzetilirlerdi. Bu benzerliklere sempati ilişkileri de denilmekteydi.
Bu düşünce biçimi Klasik çağ içinde yerini farklar üzerine kurulu olan bir bakışa yerleştirmişti. Ta ki, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başında ulus-devletlerin oluşmasıyla birlikte benzerlik ilişkisi tekrar gündeme gelene kadar. "Biz bize benzeriz" lafı toplumsal ve kültürel alana tekrar yerleşti. Ama bu sefer de birçok araştırmacı ve yeni bilimin mensupları olan sosyologlar "kitle ve kitlenin psikolojisinin" rizikoları üzerine düşünmeye başladılar. Aynı ideolojik gruptan ve hatta aynı dinden veya ırktan gelenlerin birbirlerine benzedikleri fikri, Orta Çağ düşüncesine geri dönercesine, egemen olmaya başladı. Bireyin kendinden çıkıp, grubunun psikolojisine yakalanması onu, neticede istemeyeceği eylemlere kadar sürükleyebileceği riski öne sürüldü. Kimlikler, bir anlamda, Orta Çağ düşüncesinin geri gelmesiyle, insanların şeyleri bir kenara bırakıp insan merkezli bir dünyada kendi aralarında benzerlikler aramaya başladığı siyasi ve kültürel bir dünyaya girmeye başladı.
19. yüzyıl ırkçılık teorisyeninin babası olarak adlandırılan Gobineau'nun 1853 yılında yayınlanmış kitabının ileri sürdüğü "ırklar arası eşitsizliğin" niteliksel değil, niceliksel olduğunu yazan antropolog Claude Lévi-Strauss, ırkların saflığı açısından sorun görmeyen Gobineau'nun ırk teorisinin dejenerasyonunun melezlikle başladığını bize hatırlatmaktadır (Irk ve Tarih adlı 1952 ‘ye ait metni). Irkçılığın babası melezliğe ve karışıma düşmandır yoksa ırkların birbirleri arasındaki hiyerarşisine değil. Bu ne anlama gelmektedir? Kimlikler açısından ırklar melezleşerek dejenerasyona uğradığında, ırkların bozulmaya başlamış olduğu anlamını taşımaktadır. Kimlikler o halde bilhassa biyolojik olarak arı olduklarında temizdirler ve karakterlerini korumaktadırlar! Bu korkunç yanlış kuramsallaşmayla halklar, korkunç düşünceleri 20. yüzyılda pratik eden Alman Nazizm'iyle yaşadıkları gibi bugün de tehlike çanları buradan "biz bize benzeriz" kuramlarından geçmekte değil midir? Bu yaklaşım, eğer bugün "devrimci" olarak adlandırılan bir bakışın içine girerse durum değişmekte midir? Siyah derili olmak bir kimlik olabilir mi? Irkçılar böyle gördükleri için karşı çıkanların ırk ve deri rengi üzerinden geliştirmeye başladıkları yaklaşım ne kadar doğru olabilir? Afro-Amerikalı zengin bir Hollywood yıldızı ile Mali'deki veya Nijerya'daki bir Afrikalı yollarda yatan işsiz siyah derili aynı sorunları mı yaşamaktadır? İkisinin deri rengi aynı olduğunda bile?
Lévi-Strauss hatırlatmakta bizlere: Aynı ırktan gelen iki ayrı kültür mensubunun farklılığı, farklı ırklardan gelen insanlar arasındaki farktan ne daha az ne de daha fazladır. Alman ve Fransızların kültür kelimesi bile aynı anlamda kullanılmazken, eski Fransız sömürgeleri olarak Senegal ve Fildişi Sahili halklarının kültürleri Fransa'ya Almanya'dan daha yakın mıdır? Veya İngiliz ve Fransız kültürlerin birbirlerine olan uzaklığı ile Senegal (Fransız sömürgesi) ve Kenya (İngiliz sömürgesi) kültürleri birbirlerine daha yakın mıdır? Görülebileceği gibi ihtimalleri çoğaltarak ve çeşitlendirerek ilerlenebilir.
Başka bir açıdan bakarsak; 1960'lı ve 1970'li yılların felsefi düşüncesi kimlik kalıplarını eleştirmeye başladığında, birey için farkın "kendinde fark" olduğu (Tarde ve Deleuze), başkalarından farklılığın, bu yüzden zaten ayrı olacağı düşüncesi tam yerleşmeye başlamıştı ki, 1980'li yıllarda göçmenler ve yabancı işçiler üzerinden gelişen bir bakışın ortaya koyduğu şuydu: Dışarıdan farklı kültürlerden gelen işçilerin yeni proletaryayı belirlemekte olduğu öne sürüldü. Bunlar, o halde, ezilenler, "birbirlerine benzerler" olarak baş kaldırmakla yükümlü olacaklardı. Fransa'da 1986'da Üniversite Reformu'na karşı yapılan bir gösteri yürüyüşünde Cezayir asıllı Malik Oussekine adlı yirmi iki yaşındaki gencin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan "SOS Irkçılık" ve "Arkadaşıma Dokunma" eylemleri ile birlikte başlayan bir söylem toplumsal alana hakim oldu: Artık Fransız bile olsalar eski göçmenlerin farklı bir kültüre ait oldukları, Fransa'nın yerel kültürüne asimile edilmemeleri gerektiği ve kendi kültürlerini koruma haklarının olduğu vurgulandığında, 1960-70'lerin "felsefi fark" düşüncesi (Deleuze, Derrida vb.) aidiyetler üzerinden tekrar düşünülmeye ve yapılanmaya başladı. Bu, bugüne kadar gelecek olan tartışmanın başlangıç evreleridir, kanımca. İçe kapanma ve entegrasyonun kültürel emperyalizm ile ilişkilendirilip, nitelendirilmesiyle birlikte "asimilasyona karşı fark" kimlik farkları olarak öne sürüldü; aslında tam da burada, "kendi içinde fark" düşüncesi ıskalanmaktaydı. Bireyin kendi içindeki psişik ve kültürel çoğulluğu ve kolektif olanla kesişme noktalarına bakmak yerine siyasi düşünce kimlik merkezli bir pratiği yüceltti. Bireyin farkları değil bireyin ait olduğu millet, kültür, din ve son zamanlarda ırk öne çıkarılmaya başlandı. Burada tarafların hepsi güvensizleşmeye doğru yol aldı; çünkü güvencenin dayanağı olacak bir üst merciinin yok olduğu ortaya çıktı. Postmodern durum ile bu inceleme altına alındı (Lyotard'ın 1984'de yayınlanan Ayrım -Le Differend -kitabı); ancak dünya siyasetini belirleyen olaylar daha önem kazandı ve düşünce ikinci plana düşerek unutuldu.
Bugün kadınlar kadınlarla feminist bir dayanışmaya, gayler aralarında ve hatta erkek ve kadın gaylerin kendi gruplarına kapanması içinde, transların dışlandığı bir cinsellik siyasetiyle bu gruplar tavırlarını ortaya koymaya başladıklarında, azınlıklardan korkan hâkim sınıflar ile hâkim sınıfların baskısından yılan azınlık grupları arasında uçurumlar oluşmaya başlamış vaziyette görünüyor. Ama azınlıklar da birbirleriyle farklılaşmaktalar. Irkçı tavırlar yükseldikçe ve siyasi iktidarlar bu eylemleri güçlendirici laflarla destekledikçe aradaki mesafe bir uçuruma dönüşmeye başlıyor. Herkesin kendi grubunu ve kendi benzerlerini haklı bulduğu, içinden çıkılmaz bir düğüme yakalanmaya başlamadık mı? Düğüm nasıl çözülecek? Çeviri yapmaya kadar giden bu tartışma ortamında dil, din, ırk ve milliyet gibi cinsiyet ve cinsellik de bu tartışma ve tavır alma ortamından nasibini almakta değil mi?
1968 düşüncesinde ve hareketinde farklı gruplar, birbirleriyle farklarını değil ama kesişme noktalarını bulduklarında bir eylem birliği içindeydiler. Farkların eritildiği ortamlarda ittifaklar sağlamlaşmakta ve kuvvetlenmektedir. Kimlik veya özdeşlik (aynılık) değil, ontolojik olarak 19. yüzyıl sosyolojisinde Gabriel Tarde'ın öngördüğü farklar arasındaki inter-psikolojik ilişkilere dayanan ittifaklar kurmak daha önemlidir. Bugün ise geldiğimiz noktada, kimliklerin ve benzerliklerin göstergesinin, "ten renginin" şiir çevirmenine kadar yansıtılması, benzerlikler yoksa farkların gayrimeşrulaştırılması kimin işine yaramakta acaba? Düşünmeye değmez mi?