Sanatlar hep geriye kalanlardır. Sanatçı unutulan değil, arta kalandır. Üzücü olan “ölüm” değil ama “arta kalmama” olacaktır. Fotoğrafı medyum olarak seçen ve Fransız sosyolog Pierre Bourdieu ile fotoğraf üzerine sosyolojik bir kitap yayınlayan Luc Boltanski’nin kardeşi plastik sanatçısı Christian Boltanski Fransız ihtilalinin bir yıl dönümü günü hayatını yitirdi.
Bir oyun kurmuştu; ölüm onun nerdeyse konularından birisiydi. Tasmanya’da çok para kazanmış, kumarhanelere ve gazinolara alınmayan bu zat ile Christian Boltanski bir kumar oyunu oynamıştı, 2009 yılında onunla yapılan bir söyleşide anlattığı gibi: Eğer bu sözleşmeden (2010) sonra, sekiz yıl daha yaşarsa o zaman bahsi kazanacak olan sanatçıydı ve tabii kazanmıştı; ama, İngmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” filminde olduğu gibi “tıpkı satranç oynarmış gibi şeytanla antlaşma” yaptığını da belirtmeden geçememişti. Tanrı, insan için zaman demekti. Durdurulamayan bir şey varsa o da zamandı ve ölüme doğru akmaktaydı. Tanrı’nın insana karşı bir dikkati yoktu; sadece insanın ölümünün ve hayatının efendisiydi.
Hayatının her saniyesi dört kamera tarafından canlı olarak Tasmanya’da bir mağarada yayınlanacaktı ve bu bir arşiv olarak kalacaktı. Nasıl olsa Tasmanya’ya çok insan gitmeyecekti. Ve Japonya’da, Teşima adasında, 2005’de yaptığı başka bir projede ise binlerce kişinin kalp atışları kayda alınıp bir esere dönecekti. Sanatı bir “duygu-heyecan” olarak algıladığını söylemekteydi. Kalp atışlarının arşivi onun tutkusu muydu? Sanatçı tutkularıyla mı hareket etmekteydi? Veya başka türlü sorarsak; sanatçının tutkuları Descartes’ın siyasi görüşünü mü yansıtmaktaydı? Kartezyen miydi? Değildi belki, ama Fransa’nın bakışı “Kartezyen” bakıştı. Akıl ve düşüncenin tutkuların hayalini zapturapta almasıydı; halbuki Boltanski hayal etmekteydi, kurgu olanı arşiv olarak kullanmaktaydı; ama kurgu olan arşiv miydi? Yoksa o mu sanat olarak arşivi kurgudan belgeye çeviriyordu. Kumar mıydı hayat? Ve basit şeylerden yola çıktığını söylemekteydi.
Yahudi bir babadan doğup ta, evden kaçarak Nazilerden saklanan bir babanın eve geri dönüşü Christian Boltanski’yi Temerküz Kampları üzerine onca eser üretmeye iten? Ve de Yahudi gibi değil de ismi gibi Hıristiyan gibi yaşamayı tercih eden, ama Kampları da unutamayan ve belgeleri toplayıp, onlardan bir eser ortaya koyan. 76 yaş gibi genç olarak kabul edilen bir yaşta ölmek değil, ölümle bu kadar oynayabilen bir sanatçının bu kadar genç bu dünyayı terk etmesi kırılgan hayatlara bir başka örnek oluşturması mıdır?
Hatıralar ve bellek üzerine kurulu bir sanat karanlık dünyaların kara mağaralarını düşleyen bir sanatçının gerçeği aranası, Foucault’nun “gerçeği aydınlık yerlerde değil ama karanlıkta bulmanın” daha mümkün olduğunu yazdığı satırlarında mı aramaktaydı? Çünkü gerçek onun peşinde olduğu ve koşarak takip ettiği bir veriydi. Bu anlamda onu da Fransa’nın büyük filozofu Descartes’e yaklaştıran. 1968’de bırakıp da başka malzemelere doğru yol aldığında eski resimlerini imha ettiğinde enstalasyonlar, doğal büyüklükteki bebekler, yaptığı ilk film denemesi onu başka türlü sanat yapmaya doğru yönlendirmişti. “C.B.’nin imkânsız hayatı” filmi gösterildiğinde kendi hayatı ön plana çıkmaya başlayacaktı, tıpkı kumar oynadığı ve hayatının her anının canlı bir şekilde Tasmanya’da oynaması gibi hayatından bir eser yapmayı kafasına mı koymuştu? Oscar Wilde’dan Michel Foucault’ya kadar giden bir çizginin parçasından mı saymıştı hayatını? Her sanatçı kendi hayatından bir eser ortaya koymaya kalması mıydı onun sanata bakışı? Kurgu olan mıydı yoksa hayatı? Öyle bir masal yaratmayı arzulamıştı ki, kurgudan ve masaldan bir gerçeklik ortaya koymak mı istemişti? Platon’un “mağara metaforu” muydu?
Çağdaş sanatın bilinen Fransız sanatçılarından biri olan Christian Boltanski ne kadar güvenileceği belli olmasa da bu anketlerde “ilk yirmiye giren” bir sanatçı olarak kabul edilmekteydi. En azından Le Monde gazetesi onu bu şekilde göstermişti. Cezanne “pentürde gerçeği göstermek istemişti. Boltanski de “kırmızı dediyse o kırmızıydı”. Hayatı korku, kaçaklık, ihanetler ve de utanç içinde yol almış olsa bile gerçek ve kurgu yan yana varlık göstermekteydi. Direnişçiydi; siyasiydi. Katolik ve Yahudi ortak bir alanda kendisinin hayatını etkilemişti. Komünistler geçmişti hayatından. Travma ve gerçek birlikte yol arayışındaydılar. Kardeşi Luc Boltanski’nin etkisinde kaldığı sosyolog Pierre Bourdieu’nün kitabın adını anarsak, “Dünyanın Sefaleti” onun dünyasını etkilemişti.
Şans onun kavramlarından birisiydi. 2011 yılında Venedik Bienali içinde Fransız Pavyonunu temsil ettiğinde “Çarkıfelek” adlı enstalasyonu fotokopilerden geçmişi güncele taşımaktaydı. Ölümü, yalnızlığı 2019 yılında Paris’te Pompidou Merkezi’ndeki sergisinde “zamanını düşünmüştü”. Başkalarının albümlerinden gelen fotoğraflar bir dünya yaratmaktaydı. Bulunmuş arşivler dünyanın karnına çakılmıştı bir kere, neden kullanılmasındı onlar sanki kendi dünyası gibi. Ötekiler ile yakınlaştığı anlarda sadece ego’nun “düşünüyorum” önermesi değil ama yansız bir özne olarak “düşünülüyor” izini düşüyordu. 2020 yılında Paris’te “Subliminal” adlı sergisini Marian Goodman Galeri’de yapmıştı. Gündelik yaşama ait dört ekranlı videoların arasından az da olsa insanların kamplardaki görüntüleri ve sefaleti gözükmekteydi. Acı bir bellek ile işleyen zihin gündelik yaşamın içinde gizemli duranı göstermekteydi: Savaşlar ve katliamlar.
Belki de zamanın içindeydi artık; zaman yaşanan bir kronoloji veya bir bibliyografi değil; ama ölümden sonra gidilen bir varlık yeri midir? Zamana girdi artık! Orada ölüm değil ama arkasında mirası bırakılan bir kuvvet olarak kalmaya devam ediyor. Ölüm değil önemli gibi duran ama arta kalma değil mi? Christian Boltanski arta kalacak!