Büyük bir acı ve büyük bir doğal afet…. Her şey yerle bir olmuş görünümünde… Yıkıntılar… Çöküntüler… Deprem yine Güneydoğu’yu ve etrafını vurdu. Sınır tanımayan bir doğa var. Sınırlar siyasi; doğa ise siyasetin ötesinde öylecene canlı bir şekilde hareket ediyor. Başlarına felaket gelenler, evleri yıkılanlar, altında kalanlar, canlılar ve cansızlar… Sosyal medyadan enkazın altından bir yerlerden haberler geliyor. Yerini belirtenler ve yardıma çağıranlar var. Ve bir türlü bu felaketin sorumluluğunda olan yüzlerce kişi sınır tanımadan yardım etmeye çabalıyorlar. Kış, soğuk, gece, sabaha karşı vuruyor çok sert bir şekilde deprem. Doğa kendi canlılığını yaşamakta, haberdarız. Ne yapılması gerektiği hakkında bilhassa deprem bölgesi olan Japonya iyi biliyor. Ona göre inşaatlar yapılıyor; ona göre inşaat mühendisleri plan ve proje yapmasını biliyorlar. Bu bilgiyi paylaşmak önemli.
Okullarda, üniversitelerde belki de “insan hakları” veya “insanlık suçu” gibi derslerin yanında “doğal afetlere karşı ne yapılabilir” dersleri gerekli değil midir acaba? Japonlardan gelecek bilgiyle inşaat sektörümüz veya komşu ülkelerdeki savaş, etnik ve dini çatışmalarla yanıp tutuşan bir coğrafyanın ortak bir şekilde bu bilgilere ihtiyaçları yok mudur? Bu doğa etkisi inançla değil bilgiyle işleme konulabilecek bir alan. Bilginin gerekliliği için bilginin istenmesi lazım değil midir? Bu tip inşaatların bilgisine olan ihtiyaç. 1999 depreminden sonra güya herkes bilinçlenmişti. Kentsel dönüşüm rant-sal bölüşüme doğru döndüğünden beri depremin felaket etkisi unutuldu sanki?
Yeni binalar sağlamların içinden seçilerek yapılmaya başladığında zaten var olan eski apartmanların yerine gökdelenler inşa edilmeye yönelindiğinde bir başka kavşağa doğru yön alınmaya başlanmıştı. Bunlar yazıldı. Bunlar konuşmaya açıldı. Sosyal medyada birçok insan bunun doğruluğunu göstermeye çalıştı. Deprem uzmanları kâhin değiller, ama bilgiyi paylaşmayı denediler. Aralarında anlaşmazlıklar olmadı değil. Ama doğa bilgisi ile bilimsellik arasındaki denklem sadece öngörünün işlediği bir farkta anlaşılabiliyor. İstatistiklerle işleyen bir bilgi bir yapay zekâ bilgisinden daha öteye gidemiyor ne yazık ki. Ön görme ile uz görme ayrı şey değiller her ne kadar birbirlerine yakın olarak durmakta olsalar bile. Depremi önceden bilebilmek sanki mümkün değil. Ünlü bilim adamı ve filozof A. Whithead’in yazmış olduğu gibi kimse hatta Yüce bile bir dakika sonra ne olacağını tam olarak kestiremiyor. Doğanın kendine ait ritminin bilgisi ancak bir genel doğa bilgisinin ötesine geçebilir mi? Belki imkan bulunabilir bir gün; ama asıl olan bu tehlikeye karşı önlemler neler olabilir? Bunun bilinebilmesi önemli. Bu ise iyi niyetle olacak bir şey değil. Bir politikanın ihtiyacını duymakta bu alan. Doğanın bir politikasına ihtiyaç duyulmakta değil mi?
Kötülük ile bir tartışma alanı açılmıştı. 18.yüzyılın ikinci yarısında, 1755’te Lizbon depremi dönemin düşünürlerine birçok soru sordurtmuştu. Tanrı eğer iyi bir Tanrı olarak insanların kötülüğünü istemiyorsa neden Lizbon depremi gibi bir felaketi engellemedi? Voltaire’in “Candide” adlı anlatısında bu depremden söz edilmektedir. Voltaire’in bakışı kötülük ile depremin yan yana gelemeyeceğiydi. Halbuki Rousseau’nun bakışında bu kötülük ile açıklanabilirdi. Kötülüğü anlamak için sorular sormak gerekliydi. Rousseau kötülüğün kaynağını Tanrı’dan çekip insanların üzerine yönlendirmişti. Lizbon depremi Tanrı’nın iyiliği veya kötülüğü üzerinden anlaşılamaz; bu binaları yapan insanların kötülüğünden ve suçundandır. Fiziki hata ahlaki hata ile yer değiştirmiştir. Depremden bu kadar insanın ölümünün sorumlusu ahlaksız insanlardır. Kitapsızlıktan ve hesapsızlıktan dolayı kötülük yapılmıştır. H. Arendt de Rousseau gibi bu soruyu sordu. “Kötülüğün sıradanlığı” bu sorularda ortaya çıkmıştı. Doğal afetler doğaya aitti; burada iyilik ve kötülük aramak çok zordu. Ama buna çare bulamamak ise insanlar arasında sadece elin kolun bağlı olmasına değil, kötülüğe de ait olmaya başlamaktaydı. Eğer deprem bölgelerinde tıpkı doğal rezervlerde olduğu gibi izin almak imkanları içinde binalar inşaat etmek ve bu binaları normlarına göre, depreme dayanıklı bir şekilde inşa etmek zorunluluğu siyasi bir sorundu. Bakanlıkların verdikleri izinlerin rolleri bu konuda çok önemli bir rol oynamakta değil midir? İnşaat malzemelerini kurallarına göre kullanmak ne kadar sorumluluk içermekteyse, bunlara riayet etmek yerine malzemeden kaçmak da bir o kadar sorumsuzluk göstergesidir. Bu kadar insanı mağdur edecek bir inşaat politikası bilhassa bu tip afetlere açık yerlerde çok önemli bir konu değil midir?
Böylece, kötülük varsa bilgisizlikten dolayıdır, görgüsüzlükten dolayıdır, kötü niyetten dolayıdır, ileriyi görememekten dolayıdır, malzemeden çalındığındandır, planların doğru yapılmadığındandır, daha evvelkilerden ders alınmadığındandır, bir daha oldu ama artık olmaz vurdumduymazlığındır, şimdiye bakalım geleceğe kısmet baksın gibi bir bakışın umursamazlığındandır, kötülüğün bazı insanların ruhunda olduğundandır.
Doğada hissedilen depremden çok asıl, depremin ruhlarda ve bedenlerde hissedilmesi lazımdır ki, bir daha bu şekilde bir felakete dönüşmeden önlemler alınsın. Ve kaderci bakışın içinden çıkılarak bilgiye dayalı girişimlere yol açılabilsin. Geriye kalıyor büyük dayanışma ki bu zaten yapılmakta yüzlerce binlerce insanımızın çabalarıyla, sadece bizim değil, sınırları tanımayan afetin karşı sınırlarında oturan komşularınızın bize bizim de onlara yardımları sayesinde belki de ideolojilerin kötülük sınırlarına da bakmayı ihmal etmeden vatandaşlık haklarımızı paylaşmak ve yardımlaşmak üzere yaşamaya başlayalım.
Herkesin başı sağ olsun…
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |