Geçen yazımda entelektüelin rolünden ve aldığı evrensel konumdan söz etmiştim. Burada bu konuyu başka türlü tekrar ele almak istiyorum. Bu konu hem Ortaçağ Arap ve Yahudi dünyasının Grek felsefesiyle ilişkisi üzerine hem de Ortaçağın Hıristiyan düşünce dünyasını ilgilendirmekte olduğundan dolayı bugüne bağlanmakta ve bilhassa Türkiye’de son elli yıllık tartışmaya ait olmakta.
Kısa bir özet yaparsam: 1960’lı yılların ikinci yarısı bilhassa Kemal Tahir’in etkisiyle Asyagil Üretim Tarzı tartışmaları Türkiye entelektüellerini Batılı ve Doğulu farkı üzerinden düşünmeye itti. Eğer 1966 yılında Sencer Divitçioğlu, Kemal Tahir’den ve Selahattin Hilav’dan Marx’ın “Doğu toplumları” üzerine olan düşüncelerini duymamış olsaydı, Türkiyeli düşünürlerin topluma bakışı, içinde yaşamakta olduğumuz şekilde olmayacaktı. Buralı bakışın Batılı bakıştan, üretim biçimleri için de düşünce için de farklı olduğu tezi ortaya atılamayacaktı. Sencer Divitçioğlu’nun bu tartışmayı açması çok önemli oldu. Toprak rejiminde özel mülkiyet ve serf olan köylü üzerinden gelişen feodal toplumların yapısıyla Miri toprak rejiminde Doğulu toplumlarda, devlet mülkiyetiyle birlikte, Batılı serfe nazaran Doğulu köylünün serbest ve hür yapısı farklıydı. Bu ikisi arasında üretim biçimi ve üretim güçleri arasındaki toplumsal ve hukuki ilişki farkı ortaya atıldı. Böylece, Osmanlı Türk toplumlarıyla Batılı toplumlar arasında üretim biçimi farkı ortaya konulmaktaydı. Buna göre de, Kemal Tahir’in iddia ettiği gibi “Batılı kavramlarla Osmanlı Türk toplumunu anlamak mümkün değildi”. Burada ayrım sosyolojik bir ayrıma doğru evirildi. “Batılı ve Buralı” gibi zihniyet ve üretim biçimi farkları ortaya atıldı. Kanımca bunu ilk kıran da yine bir romancı olmuştur: Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale” romanı. Bu romanda Osmanlı Hoca ve Venedikli kişi birbirlerinin yerine ikame edebiliyorsa Batı ile Doğu arasında fark değil ikizlik vardır (“Odaya giren inanılamayacak kadar bana benziyordu. Ben oradaymışım!”(Can Yay. 1985, s. 20). Özdeşlik düşünce olarak farkı kendi içinde harmanlayabilmektedir. Yine aynı dönemde, İdris Küçükömer’in Batılı ve Osmanlı-Türk toplumları arasında kurduğu ikili bakış farkına göre, Batı’da çelişkili sınıflar arası mücadele ile Devlet arasında bir mesafeye bağlı olmaktayken, Doğu’da insanlar ve Devlet arasında “tamamlayıcılık” ilkesi hakim olmaktadır. Çelişki değil, bütünleşme söz konusudur. Rekabetçi bir tarz olarak Batılı toplumların yeniden üretimi, toprak sahibi ve ona bağlı serf (köylü) arasındaki ilişkide kendisine yer edinmekteyken, Doğulu göçebe ve çoban toplumunun yeniden üretilmesinde toplum devletten bağımsız değildir. Rekabetçi tarz Batılı yerleşik toplumlarda ortaya çıkmıştır. Üretici köylü ve çiftçi bir devletin içinde yer alır ve modernleşmeyle birlikte vatandaş olur. Siyasi kararlarda söz sahibi olmakla yükümlüdür. Sözü ortaya koyma ise, eski Grek toplumlarındaki izonomia da olduğu gibidir: Merkeze ortak mesafede eşitlik ve rekabet hakimdir. Oysa Doğu’da “tamamlayıcılık” söz konusudur.İkili işleyen iktisadi bir tarihi okumayla gelişen “rekabetçi ve tamamlayıcı” farkı üzerinden oluşan toplumsal formasyon farkı ekonomi-politik kadar düşünce tarihini de etkiledi. Türkiye’de sinema ve diğer sanatlarda bu fark ikili bir şekilde gelişti. Peki neydi bu farkı düşündüren?Üretim ilişkileri ve gündelik yaşam biçimleri. Ancak düşünce tarihi açısından, üretim ilişkileri üzerinden düşüncenin ve zihniyetin gelişimini incelemekle entelekt üzerinden düşünmek aynı şey değildi. 1960’lardan 2000’li yılların içine sızan, yerel üzerinden değil ama evrensel üzerinden gelişen bir düşünce de, aynı zamanda, devam etmekteydi. Fakat, sanırım, hakim yerel düşünme tarzının siyasallaşmasıyla birlikte Doğu-Batı ayrımı ve yerellik hakim oldu. Bu düşünce tarzı, aynı zamanda entelekt kavramının ikili olarak işlemesine bağlanamadı. Ortaçağ Arap ve Hıristiyan düşüncesi tartışmalarında Platon ve Aristoteles üzerinden gelişen ve Gazali’nin İbn Sina ve Farabi’yi eleştirmekle başlattığı “Felsefenin Tutarsızlığı” tartışmasının önce İbn Rüşd tarafından tutarsız bulunması ve daha sonra Albert Magnus’un İbn Rüşd’deki “materyal entelekti” ayırmasındaki bakışın eleştirisi arkalarda kaldı. Halbuki, Batılı olarak adlandırılan ve bilhassa Descartes ile Kartezyen düşüncenin hakimiyeti de Marx okumalarıyla beraber unutulmuştu. Bunu unutan Marx değil ama Marksistler oldular. Üretim biçimleri üzerinden gelişen bir sosyoloji ve politik-ekonomi düşünce tarihini arkada bıraktı. İdris Küçükömer’in muhtemelen Foucault’dan gelen bir kavram olarak “biyo-politik” kavramı toplumsal ve yapısal olarak ele alındı; çünkü Küçükömer, biyo-politik kavramından Piaget’ye dayanan genetik bir yorumu düşünüyordu. Genetik ve yapısal bir toplum analizi toplumsal alanı iki ayrı tarzda görmekteydi. Rekabetçi ve sivil toplumcu bir bakışın Batılı genetik yapısıyla (tarihten gelen genetik yapı) Osmanlı-Türk genetik yapısı içinde ele alınan çoban toplumunun “tamamlayıcı” yapısı aynı değildi. Bunlar iki ayrı toplumsal formasyon farklarına dayandırılmaktaydı. Halbuki entelekt üzerine gelişmiş olan ve ilahiyatın karşısına çıkan felsefi metafizik düşünce sekülerleştirme yoluna girmişti. Düşünce tarihinin Doğusu veya Batısı yoktu; entelekt sayesinde ruh ve töz arasındaki ilişkileri öz ve varlık üzerinden düşündüğünde, düşünce tarihi Sartre’ın 20.yüzyıldaki “Varoluşçuluk” felsefesine kadar taşınabiliyordu. Bu düşünce tarihi, Türkiye’de, yer altından sızan bir çizgide moleküler bir şekilde genişlemekteydi. “Materyal Entelekti” bir organ olarak (el gibi bir organ) ele alan Ortaçağ düşüncesinde, ruh ebedilik ve evrensellik ile bütünleşmekteydi. Burada “ruhun tini” Albert Magnus tarafından İbn Rüşd’den yola çıkarak ele alınmaktaydı. Buna göre, bireysel olan entelekt içinde saklıysa ve geliştirilmekteyse, yine de İbn Rüşd “bilinenin her yerde aynı olduğunu” ileri sürmekteydi. Yani, “ağaç” kelime olarak başka türlü söylense de imaj olarak bir ağacı ifade etmekteydi. Hem nominalist düzeyde aynıydı ve tekildi hem de evrenseli oluşturmaktaydı. Zaten tekil olan da “çoğulun kendine haslığı” anlamına gelmektedir. Aynı gruptakiler veya aynı dizidekiler tekildi. Gerekli ve evrensel olan düşünce biçimi toplumsalı da içine çekmekteydi. Değişik dinlerden de gelseler “Tanrı ve ruh” ile ilişkilerinde ebedilik hakimdi. Birey, maddi bir kavramdı ve bu nedenden dolayı tin de “ruhun kemiğiydi“. Entelekt zaten Tanrı ile bireyi bağlayan bir varoluş bağı olarak adlandırılmaktaydı. Bu bakış iki düşünür için de (biri Müslüman diğeri Hıristiyan) özdeşti. Burada; “entelektin birliği veya ikiliği” dışında, ortak bakış evrensel olanla bağdaşmaktaydı. Evrenseli açıklamak ise evrenselin bileşkelerinin açıklanmasından geçmektedir. Burada ayrım sadece “bireysel bakış ayrımı” olarak durmaktadır, toplumsal genetik bir yapısala bağlı değildir. Bugün geldiğimiz noktada, 1960’lı ve 70’li yıllarda başlayan üretim biçimleri farkı üzerinden gelişen ve sonunda ekonomik olarak da benzer sorunları yaşayan Doğulu ve Batılı toplumların çabası artık ortak olarak durmakta: Pandemi-sonrasına geçerek, ekonomik krizleri aşabilmek ve barışçı bir ortamda toplumun üretim ve yeniden üretimiyle birlikte düşünceyi, doğayı ve eko-sistemi koruyarak davranabilmek ve yaşamak. Doğayı, “yerel ve ayrı” bir sorun olarak değil, ama “genel/evrensel bir sorun” olarak düşünmek toplumsalın ve evrensel entelektüelin “boynunun borcu” olarak durmaktadır. Evrensel olan düşüncenin bilimsel ve toplumsal inanca ihtiyacı her zamankinden çok var; en azından bu, böyle gözükmekte.