Düşünememenin ne olduğunun üzerine gidebilmek için “Düşünme nedir?” sorusunu sormakla başlamak en iyisi olacak; çünkü sanırım içinde yaşamakta olduğumuz ve anlamakta zorluk çekmeye başladığımız bu dünyada git gide ekonomi politik, sosyoloji politik fikir ve pratik olarak bizim uzağımızda kalmaya başladı. En garip ve en akıl dışı akıl yürütme biçimleri içinde gelişen laf kalabalığını yaşamakta olan bizleri “düşünme nedir?” sorusu üzerine düşünmeye çağırıyor.
Bunun için Heidegger’in düşüncesiyle “düşünme neye verilen addır?” adlı metnin içinden konuya bakmak istiyorum. Bize açıkladığı haliyle, belki de, içinde yaşamakta olduğumuz düşünememe, vurdumduymazlık, “benden sonra tufancılık” halimizi biraz da olsa anlamak için çaba sarf etmeye başladığımız zaman bu düşünememe yahut çarpık düşünme halini biraz daha anlamaya başlayacağız. Bugünün anlaşılır gibi olamayan garip aklından bir şey anlamak için “daha düşünmeye başlayamadığımızı” düşünmeye başlamak ilk çaba olabilir belki ? Bu soruyu kendi kendimize sormakla başlayabiliriz..
Felsefenin zor bir şey olduğunu veya soyut olduğunu ilk başta düşünmek mümkündür. İnsanlar bunun öyle olduğuna kanaat getirmişlerdir. Aslında bunun nedeni de felsefenin kavramlarla akıl yürütmesidir. Felsefe tarihi içinden geçen Spinoza veya tam başka bir yerde duran Kant veya onun bir uzantısı olarak Arendt kavramlarla düşünürler; ama bu onların pratik şeylerden bahsettiği gerçeğini yadsımaz. Bu düşünürler pratik ve teorik olarak üzerinde dönüp durduğumuz soruları düşündüler. Ama bu yazıda onlara başvurmak yerine Heidegger’e başvurmanın, içinde yaşamakta olduğumuz duruma daha uygun ve daha yakın olabileceğini sanıyorum. Bunun nedeni sadece Heidegger’in yaşadığı Nazi Almanya’sı, 1930’larin Avrupası ile günümüz dünya kapitalizmi arasında kurulmakta olan paralellikler değil; Heidegger’in düşüncesindeki “düşünme” meselenin bizim içinde olduğumuz dünyadaki sorunlar ile olan bakış yakınlığını anlayabilmek ve karşılaştırabilmek için bu filozofa baş vurmanın yararlı olabileceğini düşünmekteyim.
Daha düşünmeye başlayamadığımızı ileri süren filozofun düşüncesi, en başında, çeviri ile alakalıdır. Düşünmeye başlamak için başka bir dilden başka yabancı bir dile çeviri değil aynı dilde çeviri yapmalıyız: Kelimeleri açıklamak için. Kelimenin veya kavramın kendi dilindeki anlamına çevrilmesi gerekmektedir. Mesela, hukuk nedir ? demokrasi nedir? Avrupa nedir ? politika ile etik ilişkisi nedir ? Bu sorular bizim sürekli kullandığımız, ama yaşarken örneklerini herkesin bir türlü aynı şekilde düşünemediği örnekler. “Demokrasi dedir ?” sorusunu geçenlerde yazmış olduğum bir yazıda açmaya çalışmıştım: Kısaca, demokrasi kavramını pratik olarak sonu belli olmayan, bir erek anlayışını içermeyen, nihai olan kullanılacak bir hedef olarak düşünmemek gerekecek diye yazmıştım. Yani, demokrasiyi süreç olarak düşünmek gerekecek ve bu anlamda da “kazanılmış bir hak” olarak görmemek gerekecek. Bugün sendikaların “kazanılmış hakları kaybetmemek” için yaptıkları eylemler veya bazı sosyal demokrat ekonomistlerin yazıları içinde geçerek bu işin içinden çıkamayacağımızı sanıyorum. Hem kavram hem de pratik olarak demokrasi kavramını bir süreç anlamında ele almak lazım geldiğini düşünüyorum. Kazanılmış bir hak değil: Sürekli demokrasi. Buna benzer bir çok düşünürde bu anlamın bulunabileceğini hatırlatmak istiyorum. Ama bu anlayış herkesin anlayışıyla çakışmamakta. Neden?
Mesela, politika yapılan bir şey mi? Yoksa hakimiyet ile mi alakalı sadece? İdare etmek, yönetmek ne demek bir halkı? Politika, iktidar mı demek yoksa muhalefet mi? Yani, politika sadece siyasi partiler ile mi alakalı? Bunların dışında politik olan bir başka davranma biçiminin pratiklerini düşünmeye başlamadığımız bir tür düşünceye girebilmek bana ilginç gelmekte. Bu, bir sürecin başlangıcı olabilir gibi gözükmekte. Sanat politikası ne demek? Edebiyat politikası ne anlama gelmekte? veya “temsili demokrasi” sistemlerinde demokrasi kavramının halkın kendi kendini idare etmesi olmaktan çok uzak olduğunu biliyoruz. Temsili demek, zaten birilerinin haklarını başkalarının vekaletine teslim etmesi demek. Buna karşı direkt demokrasi kavramı başka bir şekilde ele alınmakta. Ama yine de politika ve demokrasi süreçlere ait olarak görünmekte.
Eskilere dönersek, doğa olarak ele aldığımız ve anladığımız şey, hayvanlar ve bitkiler ve de dağlar taşlar değil. Phusis olarak düşünülen bir doğa kavramına bakmak gerekecek. Doğa varlığın hareketleri ve eylemleriyle birlikte ele alınan bir kavram. Grekçedeki anlamına bakarsak, aslında, Parmenides ve Herakleitos’un düşüncelerine dönmek ihtiyacı doğacak. Nedir bu düşünce? Metafizik olmadan evvel, felsefe ortaya çıkmadan evvel, bilge insanların doğa üzerinden yaptıkları yorumlar anlamına gelen bir düşünceye geliriz. Kavramsallaşma öncesi bir dünyaya bakmak demektir, bu. O zaman, şafağın ışığı içinde gözükmeyen gölgelerden söz etmek anlaşılır olmaya başlayacak, mesela. Doğa bizi düşünmeye doğru taşıyacak. Şafak karanlık veya aydınlık arası haldeyken gölgesiz bir dünyanın içinden geçen insanlığı sorunsallaştırmak demek olacak. Varlıkbilim öncesi bir bakışa ait olan düşünce daha kavramları düşünmeye başlamadan evvelki dünyayı düşünmek anlamına gelmekte. İsmi üzerinde, varlık ile ilgili olarak Greklerden beri ontoloji diye bir kavram kullanıyoruz: Bir prelüd, bir giriş düşüncesini düşünmeye başlamak. Mesela, varlık kavramından uzaklaştığımızda fizik-ötesine, metafiziğe doğru yol almaktayken, varlık düşüncesinden uzaklaşmaya başlıyoruz, Heidegger’e göre. Diğer yandan varlık düşüncesinin hemen yanına, yakınına doğru geldiğimizde ontolojiyi düşünmeye başlıyoruz. Eski Grek düşüncesi bize bunu öğretiyor, gösteriyor.
O halde, şimdiki zaman ve geçmiş (varlık ve var olan) arasındaki farka geldiğimizde, kavramları bir metafizik bir de ontolojik olarak düşünmeye başlıyoruz demektir. Yukarıdaki kavramları düşünmeye başlayıp da onların pratikteki kullanımlarına eğilip baktığımızda, mesela, hukuk kavramının adalet ile etik beraberliğine baktığımızda varlık kavramı üzerinden geçmekteyiz. Varlık kavramını düşünerek onu kat etmekteyiz. Yani, ontolojik olarak hukuk kavramına anlam vermeye başladığımızda hukuk ile insan arasındaki yakınlaşan adalet kavramına ve onun pratikteki duygusuna yaklaşmaktayız. Birebir bir şekilde ontoloji bizi “hukukun üstünlüğü” ile 18.yüzyıl Aydınlanma döneminden beri var olan “kuvvetler ayrımına” doğru taşımakta. Halbuki metafizik olarak hukuku düşünmeye başladığımızda varlıktan uzaklaşmaya başlayan bir kavram olarak, varlığı unutmaya kadar gidecek olan bir mesafe içine girmekteyiz. Uzaklaşma bizi sadece varlıktan uzaklaşmayı değil, ama aynı zamanda hukukun insan ve varlık ile mesafe ilişkisine olan tesirinden de uzaklaştırmaktadır.
Bütün bunların yanında, hayatına bakan, vurdumduymaz bir bireycilikle yaşayan insanların sadece zamansızlık ve ilgisizlik yüzünden değil, ama aynı zamanda eğitimsizliğin yol açtığı meraksızlık nedeniyle de felsefeye uzak durmasının acıları yaşanmakta. Felsefi düşünce, insan sağlığının bir parçası: İş dünyasının verdiği ağırlıktan kurtulmanın vereceği rahatlama, düşünme eylemiyle ilgili değil de neyle ilgili olabilir? Rahatlamayı televizyon dizileri ile gidermenin vereceği riziko, sadece verilene bakmak ve verileni almaktan geçmekte değil de nedir? Verilen ise bize dışarıdan verilmektedir; bizim hayatımızın dışındadır. Durkheim “sosyolojik yönetimin kurallarını” açıklarken ahlakın, aile değerlerinin, dilin ve bütün bunlara benzer şeylerin bireyin dışında olduğunu, bireye dışarıdan verildiğini ileri sürmekteydi. Bireyi kolektif yapan bunlardı. Ama, diğer yandan bakıldığında, bireyin dışında olan, bireyin düşünmesi gerekmeyen şeyleri içermekten öteye gidememekte bu. Düşünememe veya düşünmeme bir pasif eylem biçimi olarak bireyi pasifleştirmekten başka ne yapmakta ? Düşünce ise varlık düşüncesine bizi yaklaştırmakta. Ontolojik olarak düşünmeyi sağlamakta. Kavramlar ile eğlenme imkanı vermekte olduğu kadar zihin açıcı bir alıştırma olarak aklı kullanmayı sağlamakta. Bu, doğru olan nedir ? Haklı olan kimdir ? Yapılanlar doğru mudur? gibi soruları insanlara vermekte.
“İnsan neyle yaşar?” diye sormuştu B. Brecht. Ve bu, 2008 yılında, 11. İstanbul Bienali’nin kavramı olarak hafızalarımızda yer etmişti. İnsan sadece ekmekle ve suyla yaşamıyor tabii. Ayrıca insanlık tarihinin çeşitli coğrafi bölgelerinde yaşamış olan düşünürlerin, matematikçilerin, filzozofların buluşları bizi bugüne getirdi. Geçmiş bizim aynamız değil mi ? Çok ileri sürülen bir sav bu. Eğer bu ayna doğru bir ayna ise, yansıttığının bir yanılsama değil de bir gerçeğe bağlı olduğu doğruysa, o halde bu doğruya gitmenin yolu düşünmemekten değil de düşünmeye başlamaktan geçmektedir. Daha düşünmeye başlamadığımızın farkına varmaktan geçmektedir. Ancak o zaman gayrı-akli düşünmekten çıkmaya başlarız.
Belki de, modern zamanlarda ileri sürüldüğü gibi doğadan sosyal duruma geçişle değil, ama doğanın ve toplumun birlikte yaşadığı ortamda insanı ve onun uzantılarından biri olan varlığı düşünmeye başlamak daha düşünmeye başlamadığımızın farkına varmak anlamına gelecektir. Daha düşünmeye başlamamak için düşünmemeye değil, ama tersine, düşünmeye başlamadığımız düşüncelere doğru yön almak bizi rahat bir düşünceye doğru yol aldıracaktır. O halde, duyduğumuz ve kullandığımız kavramlar öznel ve birbirini tutmayan kelimeler olmaktan çıkıp anlam kazanmaya başlayacak ve bizi hem tekilleştirecek hem de evrensel olan ile kesiştirecektir. Ne denebilir? Denemeye değer.