Doğadaki bir nesne bir bilgi nesnesi olarak sunulduğunda işaretler tarafından belirlenmektedir. Değişik işaretlerle varlığın biçimleri farklı bir şekilde aranır. Hiçbir işaret, varlığı belirleyeceği kadar kesin bir şekilde varlık biçiminin tarzını daha iyi belirleyemez. "Mükemmel varlık" bu anlamda tanıyabileceği şeyleri edinir. Mesela mükemmel bir hayvan beslenmek için yola çıktığında, beslenme aracının kendisini (nasıl bir ürünle besleneceğini) bilmek zorundadır. Eğer bilmezse, o zaman neyi avlayacağın, neyi toplayacağını bilemez. Ancak hayvan bu ihtiyaçlarını gidermek için sahip olduğu araçları kullanmak zorundadır. Bu araçların kendisi ise; görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma araçlarıdır.
Bu anlamda, bazı şeyleri algılaması için insan duyularını kullanmakla yükümlüdür. İnsanın beş duyusunu kullanmak zorunda olduğu doğal bir zarurettir. Nicolas de Cues, daha Orta Çağ döneminde, işaretlerin şeyler ile ilişkisini ele almıştı: Aynı türden hayvanlar birbirlerini desteklemekte ve daha iyi yaşamak için karşılıklı bir şekilde mübadele yapmaktaydılar. Bu bakımdan da kendi türlerini tanımak tıpkı türün zorladığı mükemmellik kadar önemliydi. Kendi türlerini dinleyip, kendilerini anlamak zorundaydılar. Mesela; bir horoz belirli bir tonda ses çıkararak tavuklara seslenmekte ve onları besleyecek belli bir yiyeceği bulduğunu onlara anlatmaktaydı; aynı şekilde başka bir ses tonu bir tehlikenin var olduğunu haber vererek tavukların kaçmalarını sağlamaktaydı. Yırtıcı bir hayvanın gelmekte olduğunu daha hayvanın gölgesinden fark eden horoz etrafındaki tavuklara işaret yollamaktaydı. Tıpkı hayvanlar gibi insanlar da kendi türünde bilgi ve iletişim sayesinde birbirlerine bilgi ulaştırmaktadır. Bu işlemi gerçekleştirmek için de etraflarındaki nesnelerin bilgisine sahip olmaları gerekmektedir.
Nesnelerin bilgisine sahip olmak ve etraftaki nesneleri tanımak üzere bilim ve sanatlar insanların yeni buluşlara doğru gitmesini sağlamıştır. Mekanik sanatlar, liberal sanatlar ahlaki bilimler olmadan yahut da Orta Çağ'da olduğu gibi ilahiyat bilgisi olmadan gerçekleştirilemezdi. Modern dönemler bilhassa 17. yüzyıldan sonra, insaniyet ve düşüncesi doğa bilimlerine ve doğanın gizemini çözmeye doğru yön aldığından dolayı seküler bir yaşamı oluşturmaya başlamıştı. Modernlik ve medeniyet bu şartlar altında gerçekleşebilmekteydi.
Batı dünyasında, kraliyet toplumlarında merkezi otoritenin sadece idare etmesi yeterli değildi; aynı zamanda edebi, şiirsel, sanatsal, bilimsel alanlar üzerinde çalışanları da desteklemesi gerekmekteydi. İdare, sadece merkezi otoritenin istediği kuralları koyması değil, aynı zamanda bu kuralların oluşacağı yaşamı destekleyecek ve iktidarı kuvvetlendirecek olan sanatları ve bilimleri, tıpkı medeni toplumun oluşması gibi, savunmak zorundaydı. Kral bunların gerçekleşmesini sağlamakla yükümlüydü. Krallar, o anlamda, tamamen özerk değillerdi; kendi saray çevresinin etrafında yaşayanlar ve halkının istekleri doğrultusunda yol almak zarureti vardı. Savaş ve barış zamanlarının ikisi de yönetimin bir parçası olarak, genel isteklere ve genel iradeye doğru taşındığında Cumhuriyet rejimi ortaya çıktı. "Halkın kendi kendini idare etmesi" olarak adlandırılan bu siyasi rejimde, oy hakkı "kendi bilincine" sahip olanların bir parçası olarak "demokrasi" adı altında işlerlik kazanmıştı. Erkeklere bağlı olarak işleyen bu rejim, kadınlara ve çocuklara olduğu kadar akli dengesi yerinde olmayanlara da oy hakkı tanınmamıştı. Bunu "doğru bir şey" olarak değil, ama bir döneme ait bir bilgi olarak, burada, yazmaktayım.
Bugün, içinde yaşamakta olduğumuz hayat tarzında birer varlık olarak bizler tıpkı hayvanlar gibi beş duyumuzu kullanarak ihtiyacımız olan şeyleri anlamaya, algılamaya, sahip olmaya imkân bulabilmekteyiz. Ya da şeyleri kendi hayatımıza sokmak için beş duyumuza ihtiyacımız vardır; fakat bugün beş duyunun kullanılamayacağı bir döneme girmekteyiz. "Sanal dünya" içinde yaşarken bazı duyularımızı kullanamıyoruz. Gördüğümüz nesneleri bilgisayar vasıtasıyla ekranlarımızdan tanıdığımız için, bunları nasıl dokunarak duyacağız? Aldığımız sebze ve meyve bilgisayar yoluyla gerçekleştiğinde, bize kokusuz gelecekler vaadi verilmekte; ve renkleri doğada olduğu gibi değil, makinanın piksellerinin kuvveti sayesinde ekranda göründüğü gibi algılamaya başlayacağız.
Beş duyunun kullanılmadığı bir zaman birimi içinde, artık doğa ile olan ilişkimiz sanki başka türlü ilişkiye girme yolunda. "Doğa", bize beş duyumuzu gerçekleştirmek zorunda kalmadığımız başka bir kavram olarak gözükmeye başlayacak. Bu, sadece bizim doğa ile olan ilişkimizi farklılaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda doğayı tanıyamayacağımız, hatta kendi kendimize ve doğaya yabancılaşacağımız bir dünya olarak geri dönecektir. Bu anlamda Hegel ve Marx'ın yabancılaşma teorisi sanal dünyamızın içinde daha belirgin bir şekilde düşünülecek. Hatta 19. yüzyılda ele alınmış olduğu vaziyetten daha vahim bir şekilde yabancılaşma yaşamımızın bir parçası haline gelecek.
Doğayı zapturapta alıp, ormanları yok ederek, yeni maden ve kömür bulma sahaları açarak ve daha modern şekillerde elektrik ve enerji santralleri, HES'ler gerçekleştirerek sanal dünyaya doğru gidişimiz bir başka vahametle karşı karşıya kalmakta. Ormanların, ağaçların, toprağın verimliliğini düşürüp, bizim o nesneleri tanımamızı sağlayacak olan ortamdan bizi uzaklaştırmak demek. Aynı zamanda bahsedilen yabancılaşmanın parçası haline bizi sokmak anlamına gelecektir.
Daha iki gün evvel "dünyadaki doğal kaynakların tükendiğinin" haberini okumak bizim söz konusu yabancılaşmayla artık sadece teorik düzeyde değil, ama yaşam pratiğimiz içinde de karşı karşıya geldiğimizi bize göstermektedir. Yaşamamızın parçası haline gelen bir yabancılaşma sorununun yaşanmakta olduğu bize hatırlatılmaktadır. Sanayi toplumu sonrası kapitalizmin kar üzerine kurulu anlayışının küresel dünya içindeki iş bölümünde, alışveriş ilişkilerinde, yeniden düzenlendiği bu sistemde, yaşamımızın riziko altına alınmaya başlamasıyla ekosistemin dengesinin yok edilmesi birlikte işlemekte.
Ekoloji yeni bir kâr sistemi haline sokulmaya başlandı. Doğal olmayan "milli parklar", hayvanat bahçeleri gibi, insan yaşamının kendi dengesinin yok edilmesi gerçekleştiğinde, söz konusu olan şey, eko-sistemi savunmaktan çok ekolojik bir "yeni tarım" ve yaşam biçimi adı altında kapitalist sistemin kendi kendini yeniden düzenlediği ve o günün şartlarını bugünün şartlarına doğru yönlendirdiği bir yaşam biçiminin bizim hayatımızın bir parçası haline getirilmesidir.
Eko-sistem sadece doğa ile ilişkili değil, aynı zamanda orada yaşayan insanların inanç sistemleri ve hayvanlarla, bitkilerle olan ilişkileri de zedelenmekte. Eko-sistemin bir parçası olarak kabul edilen, ama aslında insan, hayvan ve bitkilerin kâr amaçlı "milli park" sistemleri haline sokulduğunu izlemekteyiz. Yiyeceklerin ve içeceklerin doğal adı altında yeniden pazarlanması sadece doğanın ve eko-sistemin bir reddi değildir; aynı zamanda insanların yaşam şartlarının da değişikliğe uğramasını beraberinde getirmektedir.
Bazı yerli toplumlarında, onların doğayla ilişkisi kontrol altına alınıp, onların yaşadığı bölgeden birer "milli eko-park" ortaya konulduğunda, turizm adı altında bir işletme gerçekleştirilmekte. Ve, aslında, burada yaşayan insanların animist inanç sistemlerinin yok edildiği bir yaşam biçimi onlara sunulmakta. Hayvanlarla bitkilerle olan ruh ilişkilerinin avcılıkla olan alakası kesildiği vakit, "hayvanları koruma adı altında" insanların animist yaşam biçimleri yok edilmekte veya engellenmekte. Alaska'daki yaşayan halkların bugünkü yaşam biçimini inceleyen antropologlar, tıpkı iki yüz yıl evvel Amerikan ordusu ve kovboyların, yani beyazların Kızılderililer ve toprakları üzerindeki hâkimiyeti, nasıl yerlilerin yaşam biçimini değiştirmişse bugün de benzer bir şekilde bunu farklı kılmaktadır. Dikenli tellerin arkasına itilen ve toprağın kullanımını özel mülkiyet üzerinden geliştiren hayat tarzı, yerlileri eko-sistemlerinin dışına itmiş ve onları birer alkolik haline çevirmiştir.
Bugün benzer bir şekilde, Yarı Arktik bölgesi araştırmalarıyla ünlenen antropolog Nastassja Martin'in incelediği Alaska'da ve Kanada'nın Kuzey Batısındaki karibu avlayan balık avcısı Gwiç'lerin ve Bering Boğazının batısında Amerikan Alaska'sında yaşayan Kamçatka kabilesi halkının birer işsiz alkolik hale gelmesinin nedeni animist yaşam biçimlerimin bir parçası olan avlanmanın, buraları istila eden ve petrol araştırmaları yapan Amerikalılar tarafından yasaklanmasından dolayıdır. Bu durum yerlilerin işlerini ve inançlarını kaybettikleri bir dünyaya mahkûm olmalarını beraberinde getirmiş durumdadır (Bkz. "Vahşilere İnanmak"). Avcılıklarını kaybeden halkın büyük depresyonu söz konusudur. Bu vaziyet, şeylerin bilgisini yitirmekte olan yerlileri toplum dışı varlıklar haline sokmuş durumdadır.
Her seferinde petrol veya doğal gaz araştırmalarının açtığı ekolojik yaralar hem dünya için hem de o bölgelerde yaşayanlar için büyük tehlike taşımakta. İnsanlarla diğer kabile insanlarının ve insanların doğayla ilişkilerinin tahribatı hem ekolojik hem de psiko-sosyal bir yıkımı ortaya koymakta. Doğanın, denizin biyo-çeşitliliğini ortadan kaldırmakta. Bu bölgelerdeki petrol ve doğal gaz araştırmaları hem ekolojik dengeyi yok etmekte hem de kapitalist bir neo-liberal küreselleşme sorunu olarak ülkeler arası jeo-politik sorunlara yol açmakta.
Eko-sistemin sözde sürmesi adına, varolan yaşam biçimine saygıyı ekolojik bir ahlak kuralı haline sokan medeniyetimizin aynı zamanda neleri kaybetmekte olduğunu hesaplamak bir "insanlık borcudur". Orta Çağ'dan bugüne gelen değişim sadece modernliği belirlemekte değildir, aynı zamanda antropolojik olarak insanın insanla ilişkisini de düşünmek zorunda olduğu ihmal edilmemelidir. Animist yaşam biçimi yerlilerin inanç sistemi olarak bugünkü antropologların inanmaya devam ettikleri bir yaşam biçimi olmaya devam etmektedir. Mesela, son zamanlarda ülkemizde de okunmaya ve kitapları ve yazıları tercüme edilmekte olan, Fransız antropolog Lévi-Strauss'un öğrencisi olmuş olan Philippe Descola'nın animizimi buradan gelmekte. O halde, ekolojiye olan ilgimizi daha dikkatli düşünmek zorunda değil miyiz? Ekolojik ve jeo-politik sorunlara çare bulmak için belirsizliğin ötesini düşünmekle yükümlü değil miyiz? Soruları ve cevaplarını "dünyalar-arsası" bir şekilde çoğaltmak gerekmez mi?