Uzun zamandan beri enformasyon çağında olduğunuz söylenmekte. Ama haber alma sıkıntıları her yeri sarmış vaziyette. Ya tek haber ya da habersiz bihaber durumu söz konusu. Nereden alır kitleler veya halklar bu bilgiyi? Bu soru bugünkü haber mekanizmasını olduğu kadar devletin işleme biçimlerini de düşündürtüyor. Bu durum dedikodu ve söylentiyi besliyor. Bugün seçimlere az bir zaman kaldı ve her kafadan bir ses uyum nasıl bozulabilir çabası içine girmiş vaziyette. Bilgiyi ortaya koymak yerine söylentilere açık-kapalı bir şekilde yürütülen söylemler gerçek bilgiyi boğmaya başlıyor. Ahlaki sermaye yerini stratejilere bırakmakta. Bu bozulma hiçbir kesime uzun vadede yaramayacaktır.
Devleti yönetenlerin düşünceleriyle ve ele almış oldukları konuların bilgisiyle yani ekonomi, çalışma, sosyal güvence hata güvenlik gibi konularla, üzerinde düşünmüş olduğumuz alanlarda akıl yürüttüğümüz zaman, bu alanlarda rol alan devlet memurlarının normalde "ahlaki sermayesi" öne çıkmaktadır. Bunların kimisi bürokrat kimisi teknokrat kimisi politikacıdır. Bu göreve gelmiş insanların ne yaptıklarını bildiğini Durkheim daha o tarihlerde yazmaktaydı. Onların karşısında, onlara zıt bir alanda duran ise bir "kitle" (halk) vardır. Durkheim'ın, burada kitle kavramını, Gustave Le Bon'un (Kitlelerin Psikolojisi) kullanmış olduğu şekilde ele almış olduğunu söyleyebiliriz.
Durkheim bir Spinoza okuyucusudur; bunun altını çiziyor. Spinoza'nın birinci tür, ikinci tür ve üçüncü tür bilgi diye adlandırdığı bilgi türünü yazılarında hatırlatıyor. Üçlü bilgi türünün içinde devleti yönetenlerin (beyin takımının) ikinci tür bilgiye sahip olduğunu, halbuki kitlenin, bir anlamda halkın birinci tür bilgiye sahip olduğunu vurgulaması ilginç bir şekilde bizi başka bir soruya doğru yöneltmekte. Spinoza'daki birinci tür ve ikinci tür bilgi neydi? diye hatırlatmaya kalkarsak, şunu söyleyeceğiz. Bilginin kulaktan duyma, doğrulanmamış bir şekilde, dedikodu şeklinde dolaşıma girdiği alan kitlelerin bilgiyi almış olduğu yer olarak durmakta (bugün bilhassa sosyal medya bu alanı çok güzel kullanmakta).
Nereden alır insanlar bu bilgiyi? Eğer gazete okuyorlarsa gazete haberlerinden alırlar. Gazetelerde haberi yazan veya yorumlayan polemikçi köşe yazarlarından, onları okuyarak tartışmayı başlatan daha entelektüel bir okur yazar kitlesinin birbirleriyle tartışırken ileri sürdükleri fikirlerden alırlar. Veya bugün gittikçe televizyonlardaki tartışma programına katılanlardan alıyor. Ama bu bile artık sosyal medya ile gittikçe kulaktan kulağa oyununa benzemeye başlıyor. Bir yerden bir haber geliyor, o haber daha sonra yorumlanıyor, sonra okuyan insanlar aralarında tartışarak o bilginin üzerine "yorumlaya yorumlaya" konuşuyorlar ve bilgiyi açıp saptırıyorlar; sonra da yavaş yavaş bu sapan bilgi dağılmaya başlıyor; aslında böylece ortada bazı önyargılardan başka hiçbir şey kalmıyor. Bilgi veya enformasyon en son toplumsala geldiği zaman başta söylenenle sonda duyulan arasında kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi enformasyon gitmiyor. Geriye sadece dezenformasyon kalıyor.
Bugün bu duruma baktığımız zaman sosyal medyanın günümüzde olduğu haliyle Facebook Twitter vb. yeni teknolojik dünyada daha da vahim bir duruma gelmiş vaziyette; çünkü yeni bir kavram içinde yaşamaya başladık biz. Fake news (sahte yalan haber) bugün işliyor. Örnek olarak, Brexit. Bunu birçok araştırmacı ve bu kavram üzerine yazanlar örnek olarak göstermekte. AB'den alınan yardımla İngiltere'nin AB'ye ödemiş olduğu farkın hesaplanmasından yola çıkarak İngiliz Muhafazakâr Partisi'nin içinde bu dengenin İngiltere'nin aleyhine işlediğini ileri süren bir söylemin yürütülmesi, sonunda o kadar sahte haber olarak işlemeye başladı ki, İngiliz İşçi Partisi bile neredeyse doğru olarak kabul edecek hale girdi! Toplum eğer sahte haber üzerine işliyorsa, oy almak için bu sahte haberi her siyasi parti kullanmak durumunda kalacak. İçinde yaşadığımız durumda, Hegel'in, Durkheim'ın "bürokrat tanımından" 21. yüzyılın içine geldiğimizde o dönemlerdeki tanımlardan ne kadar uzak olduğumuzu gösteren bir örnektir Brexit. Hatta İtalya bugün yeni iktidarıyla bu kavramı tekrar gündeme getirmeye çalışıyor.
Marx'tan da daha az uzaktayız, belki de? Marx, haberin yanlış olduğunu değil, gerçekleştirilen ekonomi-politikanın belirli bir çıkar ilişkisi içinde olduğunu ve belirli bir sınıfa, burjuvaziye hizmet ettiğini ileri sürmekteydi. Halbuki bugün kitlelere geçen iletişim tamamen iletişimsizlik üzerine kurulu. Kimse haberin doğruluğu ve yanlışlığı üzerine bilgi sahibi olmadığı gibi, bilginin kendisi doğru mu yanlış mı bilinmiyorsa, ona göre nasıl davranılacağı da bilinmiyor demektir. O zaman ne oluyor? Bir vurdum duymazlık oluyor. İlgilenmeme davranışın tamamen ters yönde işlemeye başladığını bize göstermektedir. Belirli bir sınıfın belirli bir grubun bu siyasi yapıdan çıkar sağlaması için bilginin doğru gitmesi gerekiyordu. Eğer bilgi doğru gitmiyorsa veyahut ilgisizlik gösteriliyorsa, o ideolojik çıkardan da artık bir şey beklenmiyor demektir. Bir şey beklenmiyorsa o zaman bu gruplar siyasetle olan ilgilerini kapatmıştır.
Bugün bilhassa Batı toplumlarında yüksek seviyedeki oy vermeme biraz da bu ilgisizlik, siyasi olana siyaseti yapanlara olan güvensizlik ve ilgisizlikle alakalı değil midir? İster Muhafazakâr Partiler olsun ister sağ veya sol Demokrat Partiler olsun, son otuz-kırk yıldır neo-liberal ekonominin kuralları içinde yaşayarak, toplumsal alandaki barışı ve eşitsizliği azaltmak yerine eşitsizliği ve çıkar mücadelesini çoğalttılar. Zenginler daha zenginleşti bunların sayısı, daha azaldı; ama para meblağları çok daha yukarı çıktı, Naomi Klein'ın kitapları bunu çok güzel bir şekilde irdelemekte[1].
Diğer yandan ise, her yerde büyük kitleler hatta emekli yaşlılar gittikçe daha zor koşullarda yaşamaya başladılar. Batı toplumları bile bu şekilde işlemekte; çünkü bundan 20-30 yıl evvel Batı toplumunun emeklileri refah içinde yaşamaktaydılar, aldıkları emekli maaşıyla her türlü ihtiyaçları sağlanıyordu. Tatile gidip araba alabiliyorlar veya evlerini yenileyebiliyorlardı vs. vs. Bugün ise aldıkları maaşları bir ayın bitmesine bile yetmeyecek kadar azalmış vaziyette.
Durkheim'ın bize bahsetmiş olduğu teknokratların ve bürokratların işlerini bildiği ve devletin beyni oldukları iddiası bugün sakatlanmış vaziyettedir. "Beyin ölümü gerçekleşmiştir", Fransız cumhurbaşkanı Macron'un NATO için söylediği cümleyi hatırlayacak olursak. Beyni çalışmıyorsa artık işlemiyor demektir. Beynin işlememesi demek bürokratların, asker teknokratların BM'de ve NATO'da aldıkları kararların doğru kararlar olmadığı tespiti olarak anlaşılmaktadır. Devletin beynini oluşturanların, Durkheim zamanında 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında, devleti idare edenlerin beyin olarak çalıştıklarını ve bugün ise birinci tür bilgiye sahip olunan bir ortamda yaşanmaya başlandığını dolayısıyla bilgiden uzaklaşmakta olduğumuzu ileri sürebiliriz. Uzaklaştığımız bu durumda artık bu şekilde tanımlayamayacak olan bir bürokrasi ortaya çıkmaktadır. Birinci tür bilginin bilinirliği o anlamda devlet bürokrasisinde işlemez hale gelmiş vaziyettedir. O halde, devletin içinde yer alan ve yönetenlerin bir şekilde sosyal düşüncenin ve beynin organı olmaktan uzaklaşmış olduklarını görmeye başlıyoruz. Onlar artık bilgiyi doğru verme imkanlarını yitirmişlerdir. Kendilerini ifade etme imkanlarını kitleler karşısında yitirmiş durumdadırlar. Halk tarafından güven kaybı vardır. Böylece ya ilgisizlik başlıyordur yahut karşı çıkılıyordur ve o zaman da büyük yürüyüşler, protestolar vs. vs. çoğalmaya başlıyordur.
Dolayısıyla, o dönemde Durkheim'ın kitlelerin fikirlerinin karmaşık, oturmamış, hatta birinci tür bilgiye ait olarak çalıştığından bahsetmekte olduğunu bugün daha iyi anlamaya başlıyoruz. Kitlelerin kullanmış olduğu spontane bir refleksiyon, düşünme modeli, ön yargılarla işlemeye başlamış demektir. Durkheim bunu vurgulamaktaydı. Ön yargılarla işlemeye doğru dönen bir kitle toplumu yol almaktaysa o zaman ön yargılar bilgiyi alsa da asla kabul etmeyeceği bir durum ortaya çıkmaya başlamıştır (ABD'de Trump veya Brezilya'da Bolsonaro taraftarlarının isyankâr terör hareketleri). Enformasyon gelse bile, taraftarların enformasyona şüpheyle bakması yüzünden enformasyonu kabul edemeyeceği bir vaziyete doğru gitmekteyiz. Yavaş yavaş ön yargılarla işleyen kitle toplumunun içinde, zaten karmaşık ve karışık bir şekilde alınan enformasyonun içinde erime başlamaktadır. Kamusal alan bir dezenformasyon alanı haline girmiştir.
Birtakım stereotipler ortaya çıkmaya başlayacaktır yani ön yargısını kullanarak "sözde-düşünen" insanlar söz konusudur. Avrupa'nın bazı köylerinde hayatlarında hiç yabancı göçmen görmeyen bir insan için yabancı düşmanlığı nasıl mümkün olabilmektedir? Sadece televizyondan duyduğu haberlerde göçmenlerin çoğaldığını, onların kültürel yapılarının kendi toplumsal yapılarına uymadığını duyan köyde yaşayan bir yaşlının vaziyeti budur bugün. Hayatında hiç yabancı görmemiş bir kimsenin yabancı düşmanlığı yapması bilginin değil bilginin saptırılmış halinin ortaya konulduğunu göstermektedir.
Modern zamanlarda toplumsal alandaki yargı gücü, beyin teşkil eden gruplar tarafından yerleştirilmekte ve yapısallaştırılmaktaydı. Bugün iki öğe birden yok olmuş duruyor: Bilgiyi doğru vermek ve ahlaki sermayeye sahip olmak. Bu siyasi alanda büyük bir eksiklik olarak durmakta. Bir de, bu durum resmi ve gayrı-resmi iktidarların arasındaki farkta kendisini daha çok göstermektedir. Resmi idare için Bourdieu görevleri hukuken resmen kabul edilmiş olanlar olarak adlandırırken, diğeri için el altından gerçek idareyi yönetenleri kastetmekteydi. Bunların arasındaki ayrım net olarak yapılmadığında ülkeler açıkça nasıl yönetilebilir ki?
[1] Naomi Klein, Şok Doktrini, Çeviren: Selim Özgül, Agora Kitaplığı; No logo, Çeviren: Serap Güneş, Ayrıksı Kitap
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |