Geçen gün finans kapitalin nasıl yatırımdan kaçmaya başlayıp, bugünkü kapitalizmin işleyemez haline geldiğinin üzerinde durmuştuk. Ve geriye bakmanın ilginç olacağını ileri sürmüştük. Bu evreye nasıl gelindiği hakkında düşünmenin ve bu oluşumun arkeolojisinin nasıl geliştiğini görmenin ilginç olacağı fikrinden yola çıkarak geldik. Neden ve nasıl finans kapital ticaret veya sanayi kapitalin üzerinde “kurgu-ekonomiyi” yerleştirip bugünkü kriz dünyasına geldi ? Bu soru; bizi son otuz-kırk yıla doğru taşıyarak, hatta kapitalizmin ortaya çıkmaya başladığı dönemleri de düşünüp, bazı noktaları gündeme getirecek ve yeniden düşünmemizi sağlayacak diye düşünüyorum. Bunu ileri süren tarihçiler ve ekonomistler oldu; biz bunların üzerinden düşünmeye çalışacağız.
Şimdi ilginç olan, kapitalizmin uzun dönem analizinde, her seferinde daha yeni coğrafyalara yayılarak genişlemesinin ilkel birikimin başlangıcını oluşturduğu tezini hatırlamak olacaktır. Yeni coğrafyalara ulaşılması demek Akdeniz havzasının dışına Atlantik ve Hint Okyanuslarına, sadece Atlantik değil Asya’ya doğru açılan küresel bir ekonominin 16. yüzyıldan itibaren genişlediğini anmak lazım. Bugün küresel olarak adlandırılan ekonominin ilk başları bu tarihi dönemde başlamıştır ( Asya’ya doğru ekonomik genişleme için 16.yüzyıl ileri sürülmekte). Bu genişleme, sırasıyla daralma ve inme dönemleriyle ilerlemiş ve kapital her zaman kendisine yeni açılma ve genişleme imkanlarını yeni coğrafyalarda yeni yatırımlarla bulmuştur. 19.yüzyıl analizlerinde para mal para ile gelişen ekonominin mal para mal ilişkinden uzaklaştığını ve daha sonra yakın zamanlarda da gayri-maddi paranın (senetten, borçtan, kredi kartları ödemelerine kadar gidilen) bir değişim süreci ile maddi emekten gayri-maddi emeğe giden bir sürece girmiş olduğu ileri sürülmektedir.
Bu noktalar arasından en ilginci ise emeğin işlevinin içindeki hiyerarşinin sürekli bir şekilde şekillendirilmesi ve üretim sürecinin bu emek biçimleriyle örgütlenmesi olmuştur: Buna göre, kalifiye olmayan işçiden, kalifiye işçiye ve onun üzerinde de, ara kademelerden üst kademelere doğru giden bir sosyal katmanın arasındaki oluşturulan hiyerarşiye göre ücretlerin ve tüketim gücünün belirlenmesi olmuştur. Bu hiyerarşik olan sosyal yapılanmaya göre, her bir sosyal katmanın ayrı ayrı kendilerinin gelir düzeylerine göre sosyal kültürlerini oluşturmuş olmasıdır: Öncü yüksek ve popüler alçak kültürler. Ve bugüne gelecek şekilde, bunların, siyasi olarak aşağı yukarı süreklilik taşıyan bir şekilde, hakim kapital tarafından takip edilerek, onlara biçim verilmesinin ardında yatan sosyal ve siyasi yapılanmanın kendisi önemli olarak durmaktadır.
Kalifiye olmayan işçilerin modern dönemlerde bilhassa 19.yüzyıl işçi hareketleri ve 20.yüzyıl sendikalizmiyle birlikte yükselen bir üretim gücünün devrimci potansiyelini oluşturması, ara sınıflardan ve kalifiye işçilerden oluşan ve bu kalifiye olmayan alt birimlerin üzerinde siyasi hegemonyayı oluşturan kapitale bağlı güçlerin teşkil edilmesiyle birlikte ikili bir yapılanmaya girmesinin üzerinde durmak gerekecek. Benzer iki insanın düşüncelerinin ve yaşamlarının ayrılması ve iki karşıt siyasi güce dönüşmesi, bu merhalede, ortaya çıkmıştır. Bir tarafta, devrimci olarak adlandırılan kalifiye olmayan sendikalı emekçiler ile buna karşı duran ve tarihte reaksiyoner veya popülist olarak adlandırılan yine kalifiye olmayan veya az kalifiye olan emekçiler karşı karşıya gelmişlerdir. İkincilere avantajlar sağlanmıştır. Bu ikinci grubun var olmasının nedeni, ilk grubun ücret taleplerine karşı çıkacak kapitalin gücünü arttıracak bir kuvvet teşkil etmesidir. Bunun geçekleşemediği dönemlerde ise, kapital genellikle ücret artışlarına gitmeyi grev sürecine girmeye tercih etmiştir. Bu süreç zarfında kalifiye olmayan işçilerden oluşan ve belirli bir sınıf fraksiyonun alım gücünü veya imkanlarını genişleten siyasi çevrelerin müdahalesiyle, kapital bu güçleri kendi siyasi ve ekonomik güçleri olarak kullanmıştır. Bu durum, merkez ülkelerinde de çevre ülkelerinde de birbirleriyle geliştirdikleri sömürü ve emperyalist ilişkilerde bu şekilde tezahür etmiştir. Kapitalin, tarihinin her döneminde yapmış olduğu siyasi müdahaleyi gerektiren hareketleri olarak görünürlük kazanmıştır (ticaretten sanayie kadar ve hatta Batı-dışı ülkelerdeki plantasyonlardaki ucuz emek gücünün değerlendirilmesi). Veya bu gidişat daha da ilerledikçe bazı sektörler, ya diğer sektörlere nazaran öne çıkarak eskiyen sektörlerin üzerinde hakimiyet kurmuştur ya da sektörlerin kendileri, toplumsal alanda yükselen değişik sınıf fraksiyonları tarafından diğerlerinden koparılarak, ele geçirilmiştir.
Şimdi, “kapital emek gücünü nasıl sürekli bir şekilde elde etmeyi başarmıştır ?” sorusunun arkasında yatanın, ilk paragrafta ele alınan şekilde, coğrafi ve doğal olarak genişlemeyle gerçekleşmesi olduğunu söyleyebiliriz; çünkü kendi ulus-devlet sınırları içinde kırsalın emek değerinden daha yüksek bir ücrete sahip olan şehirli fabrika işçisi haline gelen köylü köyünü ve kırsalı terk etmekteydi. Yersizyurtsuzlaşan köylüler şehirlerde işçi veya “yedek emek gücü” olarak, yeni bir hayat yaşamaya başladılar. Yüzyıl kadar süren bu uzun süreç içinde şehirlere yerleşenler yeniden sendikalaşma hareketleriyle ve ücretlerin yükseltilmesiyle birlikte (buna popülist politik ekonomi diyenler vardır) bu vaziyet, uzun vadede, kapitalin kar hadlerini düşürecek ve kar hadlerini rizikoya sokacak bir seviyeye geldiğinde, kapital yersizyurtsuzlaşmaya başladı (delokalizasyon). Kapital yer değiştirdi ve dünya üzerinde emek gücünün düşük olduğu yerlere akın etti. Eskiden beri olan geleneğini sürdürdü: Alman Marksist teorisyen R. Luxemburg’un “doğal ekonomi” olarak adlandırdığı plantasyonlardan, madenlerden, demiryollarındaki taşımacılıktan (kapitalizm-öncesi toplumlarda “geçimlik köy ekonomisi” sayesinde sermayenin emek gücünün yeniden üretilmesindeki katkısının azlığından) güncel teknolojilerin üretimine (kapitalin emek gücünün yeniden üretiminin maliyetlerini karşılamak zorunda kalması ve aynı zamanda merkezdeki aşırı üretimin satın alıcısı ve tüketicisi olan Üçüncü Dünyadaki kapitalizme eklemlenen çalışanlara) giden süreç budur. İlk dönemde kapital eski üretim güçlerini saklamaya çalışmayı daha karlı varsayarken sonrasında modernleşmiş ekonomiden artı-değer yaratmayı karlı varsaymaya başlamışlardır. Tıpkı bugün kapitalin yatırım dışına çıkmayı daha karlı saymaya başlaması gibi bir tarihi süreç oluşmuştur: “Artı-değer yaratmayan bir kapitalizm olabilir mi ?” sorusu gündemdedir. Veya içinde yaşamakta olduğumuz ekonomiye başka bir isim mi bulmak gerekecek ? Bu yaşanılabilir midir ?
Çünkü, 21.yüzyıl içinde artık gidebileceği yeni bir coğrafya ve kırsal bölge kalmadığında, şehirlere yığılan yığınların işsizleşmeye başlamasıyla birlikte sosyal olarak güven krizi ve “risk toplumu” baş göstermeye başladı. Mesela, daha 1970’lerin New York şehrinin içindeki gettolaşmalardan mahalle örgütlenmelerine ve mafya oluşumlarına kadar Batılı şehirlerin (Paris, Londra vb.) kapital için güvenli çalışma alanı olmaktan uzaklaşması ve güvenli bölge olmaktan çıkması yer değiştirmenin (delokalizasyon) ilk faktörlerden birisi olarak gözükmektedir. Diğer tarafta yine Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ve bugün küresel ekonomiye eklemlenmiş ülkelerin şehirlerindeki marjinaller ve şehrin kenar mahallerinde yaşayanlar kapital için emek gücü dışında olduklarından ve güvenli ekonomiye eklemlenemediklerinde dolayı güven dışı ve rizikolu alanları oluşturmaktadırlar. Aynı şehirlerde iki ayrı gezegen vardır: Kapitalizmin içinde yaşayarak borçlananlar ve kapitalizm dışında arta kalanlar. Bu, sadece tek taraflı değil ikili bir dinamiğe bağlı olarak oluşmuştur; çünkü bir yandan artan işçilerin ücretleriyle üretilen malların fiyatları arasındaki ayrım azalmaya başladığında kapitalin karı düşmektedir; diğer yandan da kapitalin kar hadlerini düşüklüğü yüzünden bölgeden ayrılmaya başlamasıyla işsizliğin ve asıl ikinci sorun göçün ve uluslararası göçün ve iç savaş hallerindeki ülkelerden merkeze “siyasi mülteciliğin” baş göstermesidir. Güven krizi iki taraftadır da.
O zaman, 1970’li yıllarda, kapitalin yeni coğrafi alanlar ve kendisine yeni ortak olacak kapitaller arayışı baş göstermiştir. Trans-nasyonal kapital bu sırada küresel hale girip milli veya Batılı olmaktan uzaklaşmış ve dünyasallaşmıştır (ilk dönemde 1970’lerin petro-dolarları). Üretim maliyetinin düşürülmeye çalışılmasının başlangıcı 1974 kriziyle ortaya çıkmış ve trans-nasyonal kapital dünyaca egemenliğini ilan etmeye başlamıştır. Batı merkezli olmaktan uzaklaşan bir dünya kapitalizmi coğrafyanın her yanına zamanla yayılarak “doyma noktasına” ulaşmaya başlamıştır. Bu da bize, 1980’li yıllardan beri var olan post-modern veya post-endüstriyel toplumlardaki risklerin üzerine yükselen bir toplumsallığı göstermiştir. Ve aynı zamanda dünyada çok kutuplu bir siyasetin başladığı dönem budur. Burada, sadece ülkeler arası kısa vadeli üstünlükler ileri sürülebilmekte ve her an oynak ve kımıldayan egemenlik göstergeleri ortaya konulmaktadır. Benzer bir şekilde, oynak ve esnek emek ile yatırımların azaldığı bir kapitalizm finans kapitalin borç ve kredi verme ve de faiz ile geliştirdiği, borçlanan iş dünyası ve emek dünyasını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu ise her an riziko içinde bir iş dünyasıdır.
Finans kapital veya başka bir deyişle kapitalin finansiyarizasyonu, aynı zamanda, borçlanma üzerine kurulu bir toplumsallığın başlangıç evrelerine rastlamaktadır. Hem Avrupa’da hem de Amerika’da olduğu gibi aynı zamanda küresel bir şekilde her yerde oluşmakta olan yeni toplumsal ilişkiler kredi ve borç ve de faiz ilkeleri üzerinden yükselmektedir. İş dünyası da emekçiler de aynı sosyal işlev modelinde yaşamaktadırlar. Aralarındaki fark diferansiyel bir fark olarak gözükmektedir: Para miktarı farklılığı. Burada çalışan çalışmayan, kalifiye olan veya olmayan, emekli maaşlı veya yüksek ücretli arasındaki fark asgariye inmiş haldedir. Bu toplumsal grupların aslında yaşam biçimleri birbirlerine benzemeye (değişik sosyal çıkar çevreleri benzer sorunları yaşamaya) başlamıştır; bilhassa ekonomik büyüme evrelerine giren ve krizleri hafif bir şekilde atlatanlardan çok topyekûn krizde olan toplumlarda bu daha belirgindir.
Finans kapital “Büyük Borçlandırıcı” olarak hem kar hadlerini yükseltmekte hem de en eski para ekonomisini tekrar gündeme getirerek sanayi kapitalizmi öncesine dönen bir ekonomiye işlerlik kazandırmaktadır. Hatta, belki de, git gide değişim değerinin para olmaktan çıkmaya ve yerine değişik birimlerin oluşmaya başlayacağını göreceğiz :1969’da İ.M.F.’nin kurduğu üye ülkelerin para rezervlerini genişleten ve borçlanma rizikolarını azaltan S.D.R. sistemi (Special Drawing Right) belki de ilk örnektir .
Evrenselleşen bir Borç Ekonomisi, aslında, günümüzün bankalar krizinin arkasına yatan unsur olarak durmaktadır. Gittikçe büyüyen bir tüketim toplumunun yaşam biçimini oluşturan bu ilişki toplumsal bir yara olarak genişlemektedir. Neo-liberalizm olarak adlandırılan bu ekonomik form aslında en eski dönemlerdeki ekonomiye benzemeye başlamıştır. Kapitalizm-öncesi toplumsallık. Bu nedenden dolayı birçok düşünür günümüzü Orta Çağ Avrupası ile kıyaslamaya başlamıştır. O dönemlerde Avrupa kralları ve saray borçlanmış iken bugün toplumun tümü borçlanmış bir halde yaşamaya başlamıştır.
Kar hadlerinin düşmesi, yeni genişleyecek coğrafyalarda kırsal alanlarda yaşayanların ve onların biten tarım ekonomisine bağlı üretimlerinin hemen hemen hepsinin ve üretimlerinin şehirlere yığılmasının getirdiği ekolojik çöküntü malumdur. Artık genişlemeyen ve kar hadlerini örgütleyemeyen (taşıma ve iletişim yollarının çoğalması ve pahalılaşması) kapital “vergi cennetlerine” çekilmekte (Bahamas, Guam, Palaos, Samua, Trinidad,, bütün Panama evrakları içindekiler... Offshore şirketlerin, genelde, vergi dışı yatırımları ve yatırımdan kaçmaları vb). Paradan para kazanmanın (kredi, faiz ve borçlanma) ekonomik doğallığına yaslanılmakta. Biz ise, her gün başka bir coğrafi ve doğal riziko ile yaşamaktayız. Yakında bilim adamları tarafından hava alma ve su içmenin ve hatta ormansızlaşmayla beraber nefes almanın bile zorlaşmaya başlayacağı bir dönem beklemekte bizleri (yenilenebilir olmayan doğal kaynakların yok olmaya yüz tutması ve nüfusun beslenme imkansızlıkları) . Zehirli sanayi ve nükleer atıkların nereye döküleceği bile artık yer kalmayan dünyamızın ana sorunsallarından biri olarak durmakta ve kamu sağlığını rizikoya sokmakta. Başka bir politik ekonomiye geçmek zorundayız. Ekonomiyi ekonomistlerin ve siyaset uzmanlarının idarecilerinin, ülke yöneticilerinin yeniden düşünmesi zamanı çoktan geçmekte nerdeyse ?