Son zamanlarda davranış üzerine bir hayli yazı yayınlanmakta. Bilhassa 1960’lı yıllarda Georges Devreux’nün çalışmaları bu alana hayli katkı sağlamıştı. Hem sosyoloji hem de psikoloji alanında yapılan davranış araştırmalarının birçoğu klinik bir bakışa sahiptir. Sosyoloji klinik yaklaşımında bilgi veya anlama sosyolojisine doğru evrilmektedir: Yani, sosyal fenomenlerin anlamları üzerine eğilir. Buna göre sosyal belirlenimcilik içerisindeki toplumlarda yaşayan birey ilk anda hayal kırıklığıyla kendi yaşamsal gücünü azaltır, ama ikinci anda, aslında kendisinin de toplumsal alanla iletişim halinde olduğunu görerek, toplumu üretecek bir şeyler yaptığının farkına varır. Sosyolojik bir iç düşünme, o zaman, ortaya çıkar. Bu iç düşünme, bireyi anomik bir halden uzaklaştırıp, ona bir terapi sağlar, sağaltır. Toplumsal alanda kendisi gibi başka insanların da var olduğunu anladığında, onda bir rahatlama baş gösterir. Bu anlamda, psikolojik olan da sosyal ortamla bileşir. Böylece bu, özne/nesne ilişkisi içinde analiz edilmektedir. Biz burada bu ilişkiden değil de aralarındaki geçişlilikten söz edeceğiz.
Davranışlar Form Olduğunda adlı serginin sanat dünyasında çok önemli bir yeri vardır. 1969 yılında ünlü küratör Harald Szeemann’ın gerçekleştirdiği sergide (sergide Sarkis de yer almaktadır) artık sanat formlarının malzemelerden çok davranışlardan geçtiğine dikkat çekilmekteydi. Her insanın bir sanatçı gibi kendi hayatından bir sanat eseri çıkarabileceğini yazmış olan Michel Foucault, 1970’li yıllarda Fransa’ya, bilhassa Paris’e bakmaktaydı ve dikkat çektiği şey, birey olarak insanların kendilerini, gösterge formlarını, kıyafetlerini ve davranışlarını tikel bir şekilde sunmakta olduğuydu. Kendi kendisini bilen ve kendinden bir form ortaya çıkaran insanlar gittikçe bireyselleşmekteydi. Batı dünyası, bilhassa 1970’lerin sonuna doğru, bu yöne doğru gitmiştir.
Her insan, değişik saç kesimi ve kıyafetleriyle kendisini tekilleştirdiği gibi toplumsal normlara pek uymayan tikel davranışlar da göstermekteydi. Moda olarak bakılabilir buna. Buna karşın, modanın gittikçe pret à porter’ ye yönelmesine ve daha doğrusu bugüne kadar süregelen bir standartlaşmaya karşı, moda olandan kedilerini ayırmak üzere bazı insanlar özeliklerini kurgusal olarak inşa etmekteydiler. Aslında, moda terimleriyle söylemeye kalkarsak, terzilik üzerine kurulu olan Haute Couture insanların kendi bedenlerini kullanarak ortaya koydukları özel bir işaret, tikel bir gösterge ve gösteriydi. Ayrım üzerine kurulu olan bu kıyafetler gittikçe diğer yaratıcı insanların kıyafetlerindeki özene ve tekilliğe yaslanmaya başladı. Davranışlar ise, bir anlamda, formu tamamlamaktaydı. Söz konusu dönem standart normları aşmak ve yeni normlar oluşturma üzerine kuruluydu. Bugünkü birçok davranış, o dönemlerde ortaya çıkarak, toplumsalın içinde yer bulmakta ve çoğalmaktaydı.
Fransız psikanalist Jacques Lacan Psikozlar üzerine olan seminerlerinde (1955), psikolojinin etoloji olarak adlandırılması gerektiğini ileri sürmüştü. Voltaire’den yaptığı bir alıntıyla “insan psikolojisinin tabiat tarihiyle alakalı” olduğunu vurgulamıştı. Aslında, tabiat tarihinin düşünüldüğü gibi tabiata dair olmadığını göstermek istemişti. Psikoloji, insanların kendi dünyaları ve ruhlarından çok çevreleriyle girdikleri ilişkilerle oluşan duygular dünyası olarak ele alınmalıydı. Lacan’a göre, biyolojik olan bireyin çevresiyle ilişkili davranışları psikoloji olarak ifade edilmekteydi. Halbuki bu, psikolojiden çok etolojiyle anlaşılır kılınabilecektir; çünkü doğal olarak insan, hayvanlar ve bitkilerle birliktedir. Hayvan davranışları ile insan davranışları arasındaki çizgi inframince bir çizgidir; yani gözle görülemeyecek kadar görünmezdir. Bu anlamda, insan ancak doğal olmayan davranışlar oluşturulduğunda insan olmaktadır: Medeni olmak. Bu, eğitilerek gerçekleşir. Ama eğitilmediği zaman veya hayvani duygular ortaya salınmaya müsait olan toplumsal çevrelerde, güdüler ve vahşilik şiddete bağlanıp, bazen vahşetle karışmaktadır. Kant, benzer bir şekilde, tarih düşüncesinde, insan aklının bireyde değil türde olduğunu yazıp, “aklın içgüdüsel değil öğrenmeye, çabaya, denemeye ve bilgiye” göre işlediğini ileri sürmüştür Bu nedenden dolayı değil midir ki, doğa insana “ne öküzün boynuzlarını, ne aslanın pençesini, ne de köpeğin dişlerini vermişti”. İnsan, hayvandan farklılaşarak, o kadar derin anomalilere sahiptir ki, Durkheim’ın sosyolojide anomi olarak adlandırdığı da tam burada daha anlaşılır hale gelmektedir. Bu derin anormalliğin paradokslara açık olduğu bilinen bir durumdur.
Toplum içinde yaşayan insan, aynı zamanda toplumdan aldığı etkilerle belirlenmektedir. Bu ikisi arasında kurulan bağ çelişki üzerine kurulu olduğundan sapmalar ortaya çıkar. Sapmaların tedavisi ise tıbbi olarak psikiyatri alanına ait durmakta; toplumsal ile psişik olanın birbirine olan yakınlığı onları hem birbirinden uzaklaştırmakta hem de ayırmaktadır. Bu ayrılmalar ve çatlamalar çok kuvvetli olduğunda davranışlar psişik nöbetlere doğru evrilmeye başlar. İnsanın doğallaşma durumunda hayvanla benzerlikler göstermesi, hayvan etolojisinin bize gösterdiği bir bilgidir. Bu durumlarda hayatı sansasyon yönlendirmeye başladığında, insanın hayvanileştiğine tanık olunduğu iddiası söz konusudur. Hayalgücü bir sansasyon olarak hayatları yönlendirmeye başladığında ise, insan akıl ve bilginin ötesine doğru sürüklenmektedir.
Bu bakımdan okuma kültürünün gittikçe imge kültürüne dönüşmesiyle yeni bir sansasyon alanı meydana gelmektedir. İmge (imaj) hayalgücüne (imajinasyon) yakın bir kelimedir. İmgelem davranışları imgelerle yönlendirmeye başladığında sorunlar ortaya çıkmaktadır. Hayali bir dünyanın içine girmeye başlayan aklın muhakeme gücü zayıflar. Cep telefonlarıyla ve sosyal medyayla beslenen hayal dünyamız gerçek olanın dışında hareket etmeye başladığında ise gerçekten kopan sansasyonlar içine giren bir toplumsal alan oluşur. Ve içinde yaşadığımız toplumsal alan sansasyonların kurbanı olmaya yüz tutar. Ancak imaj ile gerçek birbirine o kadar yakın bir şekilde durmaktadır, ki imaj gerçeğin temsili olarak sanki bize gerçeği göstermekte gibidir: Televizyonlardaki “Reality Show” olarak gösterilen programlara duyulan ilgiyi ve merakı burada görmek mümkündür. Lacan’ın üçüncü alan olarak gösterdiği sembolik alana geldiğimizde ise, gerçek ve hayalin ötesine geçilerek, her semboliğin birbirine zıt bir şekilde işlediği gözlemlenir.
Belki de sembolik sayesinde her insan kendi yaşamından bir sanat eseri oluşturma kapasitesine sahip olmuştur. Gerçeğin, imajda verili normların dışına çıkmasıyla, belki de, sembolikten geçilmektedir. Her göstergesi bir işaret olan ve yalnızlaşan insan kendi bireyselliğini kurmayı başardığında yaratıcılığa doğru yol alınır ve bunu bulamadığı zaman ise, her işaretten şüpheye düşen hastalıklı kimseler ortaya çıkmaya başlar. Sürekli izlenme ve denetlenme üzerine gelişen işaretlerdeki davranışlar ise yaratıcılık-dışı süreçlerde anomiye tabi olmaya başlar. İkisi arasındaki sınır oldukça incedir. Ve birinden diğerine geçiş çok kolayca dengesiz bir duruma sürüklenebilir.
Aslında, gençlerde başlayan yeni işaretlere açık davranışlarının etkilerinden söz etmek istiyorum. Yeni duyarlılıkların, bu mecrada daha önce, oluşmaya başladığından bir yazımda söz etmiştim. Yeni duyarlılıkların en ilginci, belki de, ikisi de doğal olan insan ve hayvan arasındaki ince çizginin yok olduğu bir dönemi yaşamakta olduğumuzdur. Bugünün gençleri yeni sansasyonlara açık bir biçimde yeni normlar yaratmaktalar: Ekoloji bilinci, hayvanlara karşı duyarlılık, vejetaryenlik ve veganlık gibi yeme alışkanlıklarının yaygınlaşması, hayvan kesimlerinde endüstriyel kesimlerdeki vahşete karşı çıkış, doğal olmayan yiyeceklerin hastalık taşıyan etkilerinin bilincine varma, kimyasal ilaçların bedene verdiği zararlar üzerine bilinçlenme vb.
Davranışlar başka formlara dönüşmeye başladığında artık, sembolik kendisini başka bir gerçeğe doğru taşımaktadır. Kapitalizmin borçlanma üzerine kurulu bir hayat biçiminin geldiği noktada, artık kimse krediyle ev almak veya üniversiteye gitmek istememekte. Yeni nesiller çok seyahat etmekteler. Doğdukları kök-toprak duygusunu terk etmiş bulunuyorlar. Ailenin dışında, başka insanlara ve diyarlara göç hayali öne çıkmaya başlamış vaziyette. Evlilikler uzun süremez hale gelmiş durumda. Başka yeni davranış formları oluşmaya başlamakta. Geleceğe bir evlat bırakma hayalleri azalmış ve dünyanın artan nüfusuna karşı başka bir sembolik zıtlık oluşmakta: Yalnız yaşamlar ve çocuksuz hayatlar. İkinci el yeni yaratıcı kıyafetlerden bazen retro bazen ise tamamen yaratıcılığa doğru giden kıyafetler hakim olmakta. Cinsler-arası normlar ve renkler arkada kalmış durumda: Kızlara pembe ve erkeklere mavi oda düşleri yok. Benzer bir şekilde memur bir yaşama (sabah 9 akşam 5) karşı çıkılmakta. Yeni hayat tarzları ve davranışları sivrilmekte. Ev içinde çalışma ve yaratıcı sektörlere doğru gençlerin eğilimi yeni bir iş anlayışı olarak gözükmekte; ama zaten uzun zamandan beri bu eğilimleri takip ediyoruz hepimiz. Bir anomi gibi duran yeni davranışlar gittikçe toplumsal normları oluşturmaya başladığında, zaten marjinal gibi duran davranışlar toplumların normal hareketleri ve düşünceleri haline gelecektir (Buna Durkheim de dikkat çekmiştir). Belki de bir geçiş, bir dönüşüm sıkıntısı yaşanmakta. Geçenlerde sanat dünyası için büyük bir kayıp olan, para-konseptuel kelimesini icat eden Susan Hiller’in paranormal dünyayla ilişkisindeki buluşu, bize bazı şeylerin zamanla nasıl kabul gördüğünü göstermekte.
Bu yeni gerçek, kimyasal dünyanın dışında oluşmakta. Petro-kimya gibi ekolojik olarak tehlikeli maddelerden uzaklaşma misaline baktığımız zaman plastik torbalara karşı duyarlılık kazanılması ve bunun politik olarak da bir zemin bulması her zaman olduğu gibi yeni duyarlılıklara açık politikaları da berberinde getirip, gerekli kılmakta. 16. İstanbul Bienali’nin küratörü Nicolas Bourriaud’nun teması da, benzer bir şekilde, bu 7. Kıta, yani dünyayı saran plastik çöplerden oluşan yapay kıta üzerinde durmaktadır. Davranışlar başka formlara girmekte: Kımıldayan, hareket halinde ve yoldaki süreç içine giren, preker şekilde gelişen yeni yaşam biçimlerine yeni bir toplumsal alan açılmakta. Yeni duyarlılıklar yeni bir nesli şekillendirmekte. Bu durum, 21.yüzyılda politik olarak düşünülmesi ciddi bir konu (kimlikler ve diğer benzerlikler sonrası) olarak durmakta önümüzde.
Aslında şöyle özetleyebiliriz konumuzu: Davranışlar değişmekte; yeni nesil başka bir dil konuşmaya başladı. Bu dilin anlamı daha tam çözülmüş gibi durmuyor. Ekoloji ve ekosistem açısından çok uzun bir zamandır tartışılan bir konu olduğundan “dilin göstereni” yerleşmeye başladı; ancak diğer yeme ve içme konuları için yerleşmiş bir anlam dili daha oturmuş değil. O yüzden, belki de gösteren alanı eski ve yeni heterojen anlamlarla dolu (eski kodlar ve yeni kodlar birbirine eklemlenmiş bir şekilde duruyorlar ve dil daha oturmuş değil, gösterilenin anlamı eskiye ve yeniye doğru devamlı yer değiştirmekte). Dilin göstereni gittikçe boşluğa düşmeye ve yeni dilin kodlarıyla dolmaya başlamakta: İşte geçiş dönemi olarak adlandırabileceğimiz ve vektörlerin değiştiğini iddia edebileceğimiz yere doğru gitmekteyiz. Başka türlü konuşmak, başka bir davranış formu ve başka yeni duyarlılık alanlarının yeşermesi. Vektörler değişmekte, davranışlar başka formlara girmekte.