1950-60’lı yıllar içinde; sorumluluk üzerinden gelişen bir söylem, bilhassa Sartre’ın Varoluşçuluk üzerine kurduğu ahlaki yaşam biçimi gündeme yıldırım gibi düşmüştü. Bu Varoluşçu bakış, kader üzerinden gelişen Tanrı’nın etkisinin bireyin etkisine doğru çevrildiği modern felsefi yaklaşımın öne çıktığı yeni bir bakış açısıdır: Varoluş özün önünde olduğuna göre, insan kendi kaderini kendi sorumluluğu altına alabilmektedir. Simon de Beauvoir da, Sartre gibi, sorumluluk ahlakı üzerinden kadın meselesini geliştirmekteyken, ahlakın bir “bulanıklık” içinden geçmekte olduğunun altını çizmekteydi. Müphemlik anı bu anlamda, ahlak çizgisi içinde bireyin kararını beklemekteydi. Ne tarafa doğru gidilecekti? Çekilmemeye başlayan bir hayata karşı verdiği kararla hareket eden insan ile, her şeye rağmen hayatta kalma zorunluluğunun öne sürüldüğü ilahiyatçı karar arasına sıkışan insan arasındaki çelişki söz konusuydu. İkincisi aşkın bir kaderi insanın ellerinden almaktayken, Varoluşçu felsefe insanı kaderine sahip olan sorumlu biri olarak eyleme geçmeye yöneltmekteydi. Müphemlik, burada, kararın mihenk taşı olarak durmaktaydı. Kişi karalarında nereye doğru sallanacak? Karar verme yetisi, her şeyden önce, ahlaki bir noktaya dayanmaktaydı. Sınır-durumlar bu kararın verilebileceği anlar olarak durmaktaydı. Kaldırılamayan bir durum veya haksızlığın sınırlarına dayanma gibi vaziyetler bu sınır-durumları ortaya koymaktaydı. Bu andan itibaren müphem düşünce kendisine bir yol çizmek durumunda kalmaktadır. “Bu yaşam nasıl yaşanır?” bir soru olmaktan çıkıp bir düşüncenin eylemi haline gelmeye başladığında, belki de, insan düşünülenin yapılmak ile paralel bir şekilde benzer çizgide durmakta olduğunu fark etmektedir.
Bu, bir değer yargısı olarak ahlaka eklemlenmektedir. Kişinin değerleri burada devreye girmektedir: Hayata nasıl bakarsınız? Haksızlıklar karşısında nasıl davranırsınız? Hangi koşullar bir insanı sınır-duruma doğru taşımaktadır? Varoluşçu felsefeye, Sartre ve Beauvoir’ın bakışına göre, insani varoluşun kökeninde “muğlaklık” bulunmaktadır. İnsan hayatının gerçekliğinde ikili bir varoluş biçiminde kendinde ve kendi için yani olgu ile bilinç arasında giden gelen bir durumu ortaya koymaktadır. Olgu bir durumun nesnelliğini, bilinç ise kararı belirleyecek olan anı kuracak olan merci olarak düşünülmüştür. Karar sorumlu bir kişinin kararı olarak ortaya konulacak ve eyleme geçirilecektir. Yaşama gücü ile eyleme nedeni arasındaki sıcak an ya bir tarafa ya diğer tarafa doğru sallanarak dengesini yitirecek veya tekrar sağlama imkanlarına dönecektir.
Hayatta başaramama anı, bu anın belirleyicisi olarak yer almakta: Hayat; kimi zamanlarda, kişinin kararlarını ve psikolojik durumunu, toplumsal alandaki kabul veya reddini, başarı ve başarısızlık anına bakıldığında belirleyecektir. Başarısızlığın ve kaybetmenin verdiği duyguya ait bir düşünce kişiyi sınır-durumlara doğru sürüklemektedir. Hayatın verdiği bir ders değil, bir deney olarak düşünülmeli bu an; çünkü ders ahlakı “ahlak olarak” değil bir “tecrübe olarak” yaşamaktadır. Daha evvelden alınması zor olan, sınır-duruma doğru sürüklenme safhasında alınacak olan bir karar müphemin taraflardan birisine doğru sallanışında belirlenecektir.
Kaybetme (bir aşkı, bir savaşı, bir davayı, bir ideolojiyi, bir inancı vb.) sınır-anlara bağlı olarak tarihteki ölümcül kararları göstermekte bize. Bunların kimisi komutan, kimisi hain, kimisi filozof, kimisi yazar ve bilim düşünürü: savaşı kaybeden Hitler’den suikastçı Bürütüs’e, Empodekles’ten zorla intihara sürüklenen Seneka’ya ve düşünür Benjamin’den sosyolog Poulantzas’a ve filozof Deleuze’e giden bir çizgide ölüm kararı sağlıkla, yıkılmışlıkla, ümitsizliğin verdiği çaresizlikle, kaybedilen savaşlarla alakalı olarak bir karar anını belirlemektedir. Sartre ve Beauvoir açısından bu, insanın “özgürlüğüdür”. Mutlak özgürlük sınır-durumlarda verilen kararda kendisini göstermektedir. Varolan kendi kararıyla eyleme girecektir. Başkalarının veya aşkın bir durumun etkisiyle değil. İçkinlik ise, sınır-durumunda özgürlüğü bir karara bağlamaktadır. Ne yapmalı? “Angajman ile ne yapılabilir?” sorusunun ardında belirmektedir. Varoluşçu felsefede insanın gerçekliği angajman ve özgürlüktür.
1970’li yıllara gelindiğinde özgürlük ile sorumluluk arasındaki çizgide bir kırılma noktası ortaya çıktı. Kapitalizmin; işletme modelinden şirket modeline doğru geliştiği bir safhada, özgürlük ve sorumluluk şirket içi çalışma koşullarının belirleyicisi olmaya başladığında, artık varoluşçu bir bakış yer değişmeye doğru yöneldi. Şirket çalışanları adem-i merkeziyetçi bir şekilde özgürce aldıkları kararlarda sorumluluk duygusu içinde çalışmaya başladığında Marx’ın belki de nispi artı-değer için düşünmüş olduğu bir döneme doğru geçilemeye başlandı. Özgürlük ve sorumluluk şirket modelinin bir verisi olarak kapitalist toplumsal emeğin alanına yerleşmeye başladı. Bu dönemde, Michel Foucault’nun intihar alanına felsefi bakışında bir fark ortaya çıkmaya başladı. Sınır-durumlar özgürlük ve sorumluluk üzerinden düşünülmekten çok psikiyatri alanın içinden geçmeye başlayan bir bakışa yerleşmeye başladı. Sartre için, ölüme hayatın tam olarak dışarısı olarak bakılmaktayken Foucault, bilhassa Doktor Bichat’nın dirimsel teorisi içinde, hayatın ölüm ile iç içe yaşandığının üzerinde durmaya başladı. Klinik alanına baktığında, yaşamın kendisinin yavaş yavaş ölmeye doğru gitmekte olan bedenin ölümden kaynaklandığı üzerine bakmaya başladığında, Sartre ve Beauvoir’ın özgürlük ve sorumluluk ilkesinden uzaklaşmaya başlayan bir düşünce ortaya çıktı.
Foucault, belki de intihar konusu için, sosyoloji ile psikiyatriyi kıyaslamaya doğru yöneldi; Durkheim’ın “İntihar” (1897) kitabının içindeki istatistik ağırlıklı bakışı, insan ruhuna doğru taşıyan psikiyatri ile birleştirdi. Ve zaten Foucault’nun 1954 yılında, Almanca'dan Fransızca'ya çevirisini yapmış olduğu, L. Binswanger’in’in “Rüya ve Varoluş” kitabına yazdığı yorum, bu durumu en güzel gösteren çalışmalarından birisidir. Sartre’ın yaşamın dışı olarak gördüğü ölüm “boş bir alandır”. Hiçliği göstermektedir. Oysa Foucault’nun psikiyatriye yönelerek bakışında ölüm, hayatın hiçliği olmaktan çıkarak, yaşanmakta olan bir süreç olarak ele alınmaktadır: Şizofreni, nevroz veya histeri durumları hayatın içindeki süreçlerde ortaya çıkmakta ve kişiyi bağlamaktadır. Müphemlik üzerine kurulu olan bir denge, bir anlamda, denge bozulması üzerinden okunmaya başlanmaktadır; ve Foucault’nun bakış açısına göre, ölüm hakkı hayatın yaşanamaz olduğu bir sınır-durumda bireyin kullanma hakkına bağlanmaktadır.
İnsanın, hayatındaki sınır-durumda yaptığı eylem, yaşadığı deneyimin çökmesiyle alakalı olarak düşünülmektedir. Deneyin denge yitimi olarak adlandırılabilecek olan bu durumda, birey karar almaya doğru yol almaktadır. Hangi etki insanı bu duruma doğru sürüklemektedir? Bu, bir etkiden çok bir soru olarak durmaktadır: Hangi duygular ve etkiler insanları bu sınır-durum kararına doğru sürüklemektedir? Hangi cehennem düşüncesi yaşamı terk etmeyi düşündürtmektedir? Sanırım, burada bir noktaya doğru bakılabilir: Karar verme anında sınır-durumda yaşamın verdiği ahlaki alandaki çaresizlik! Yaşanmakta olan ahlaki normları zorlayan bir harekete doğru sürüklenme anında çarenin tükenmesi. Psikiyatri de; bireysel süreçlerin, çevre ve ahlaki vaziyetle ilgili olduğunu zaten görmektedir.
Borçlanma bugün, sosyal ve ekonomik olarak, yaşanan ahlaki krizin göstergelerinden birisidir. Kimisi borçlanarak yaşamanın bugünkü kapitalizmin finans sektörünün yaşam biçiminin kendisi olduğu bilgisiyle rahatça yaşamaktayken, diğerleri, burada bir çıkmaz ile karşılaşmaktalar. Hayat, ilelebet borçla yaşanacak kadar güzel midir? Bu soru tuhaf bir şekilde insanları zorlar. Veya aç kalanın yapabileceği bir çalma eylemi meşru bile gözükse (Victor Hugo’nn Sefiller’deki kahramanı) bunu yapamama ve yaşayamama hali çarpıcıdır. Hapise atılma ile ölme arasındaki denklemin hangi anda dengesizleştiği bir sınır-durum böyle oluşmakta değil midir? Veya haksızlığın sürmesiyle gelen rahatsızlık nedir? Rahatsız ve taciz edilme, haksızlığa uğrama duygusu nasıl gelişir? Yaşamın bile önüne geçebilecek bir haksızlığa uğrama durumunun altından nasıl kalkılır? Veya yaşamak için ihtiyaçları sağlayacak maddi vaziyetin yitimi nedir: Ümitsizlik mi? Uzun süren bir borçlanmanın altında ezilerek çaresiz kalmak mı? Kendini aşan aşkın bir gücün altından kalkamayan vaziyetler. Kendisine karşı verilen ağır kararlar, ahlaki baskılar ( 19. yüzyılda Foucault’nun incelediği Herculine Barbin vakası: İstediği cinsiyete dönüşememenin verdiği acı ve haksızlık vaziyetleri karşısındaki çaresizlik: Doğuştan iki cinsiyetli doğanların kararındaki ya bu ya şu üzerine kurulu bir hukuk mekanizması). Bunlar sınır-aşan pratikler değil midir?
Bireysel veya toplu kararlar arasındaki garip ilişki ise bu açıdan aile, topluluk veya inanç grupları arasındaki pratik tecrübelerde yaşanmakta: Ailevi bir kararla toplu intihar vakaları. Mesela; 1978 yılında, Jonestawn’da, “Halkın Tapınağı” tarikatının şefi Jim Jones’un kararıyla 908 kişinin yaşamını yitirdiği Guyana ormanları tarikatının üyelerinin toplu intiharı. Veya haksızlık ve çaresizlik ile gelişen kendisini öldürmeden evvel sevdiklerini de beraberinde götürmeye doğru giden “egemen” karar; “egemen” kavramı kullanıyorum, çünkü tıpkı eski arkaik toplumlardaki kutsal törenlerde, ölü bedenin yanına canlı canlı gömülen eşler, eşyalar, hayvanların kurban törenleri (eşinin yanına gömülecek olan kadın, bu toplumlarda, değer olarak değişim değeri olan metadan daha prestijli bir değere sahip, öteki dünyada ölen kocaya armağan olarak görülmekte) bizi eski arkaik dünyaya, otonom-egemenliğin dünyasına taşımakta ve aynı zamanda da mal olarak kabul edilen eşlere ve hayvanlara bakışı hatırlatmakta.
Çaresizliğe karşı intihar; her şeye rağmen, bugünkü toplumlarda, kolektif bir ortamda, sınır-durumlarda alınan kolektif veya bireysel bir karar olarak durmakta. Burada aslında, karar verici mercilerde olanları düşündürecek o kadar çok şey var ki, bunu düşünmek ve yaşama ve haksızlığa karşı çaresizliği dindirecek çareler aramak onların vazifesi olarak durmakta değil mi? Toplumsal alandaki intihar nedenlerine karşı siyasi, ahlaki veya ekonomik kararlara doğru yönelmek bir iktidarın yaşam görevi olarak durmakta.