Kim Paris'te gittiği şık ve tanınan bir lokantada, buraya giren siyahi bir müşteriye, yer olduğu halde garson "yerimiz yok" dediğinde, bu garsonu yanına çağırıp, elini kendi avucunun içine alıp, elindeki elin avucunu yukarı çevirip içine tükürerek olanı eleştirmeye, olayı tiksintiyle bağlamaya kalmıştır? Irkçı bir harekete karşı şiddetle, kim hem fiziki hem de sembolik bir cevap verebilir? Bir zaman sonra sadece siyahlar giyinen ve bu şekilde sokaklarda dolaşıp, sahneye çıkan Juliette Gréco anılarında bu olayı anlatmaktadır. 1927 doğumlu, 23 Eylül 2020 günü 93 yaşında ölen ünlü şarkıcı ve komedyen Juliette Gréco hayatını mücadele içinde geçirdi. Önce Fransa'nın özgürlüğü için "Direniş" hareketine katıldı. 1943'te tutuklandı. Annesi ve kız kardeşi kamplara yollandı ve ancak 1945'te döndüler.
Daha gençliğinde, "Saint-Germain-des-Pres sokaklarında, bar ve kafelerinde rastladığı filozoflar, edebiyatçılar, şanson yazarları, şarkıcılar ve şairlerle tanışarak Varoluşçu felsefeyi benimseyen bu kuvvetli kişiliğin 22 yaşındayken hayatına giren Miles Davis ile yaşadığı aşkın etkisinden sonra şarkıcı olmaya karar veren ve onlarca büyük şansona imza atan, Boris Vian'dan, Gainsbourg'dan, Brel'den yola çıkarak, onların şarkılarını söyleyen Gréco, Grek gibi çağırılan ismine nazaran Korsikalı ve Bordolu bir Fransız aileden gelmekteydi.
Kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde şöyle söylemekteydi: "Brel'in Ne me quitte pas adlı şarkısını çok kişi seslendirdi; ancak onlar acıklı bir şekilde, şarkıyı yalvarır gibi söylemekteydiler." Halbuki Juliette Gréco bu şarkıdaki sesini başka türlü tonlamaktaydı: "Beni bırakma" derken o an, kendisini terk eden değil, beraber olduğu sevgilisine seslenmekteydi, kendisini bırakıp giden eski aşkına değil. Terk edilen kişinin ağlamaklı sesi değil, yaşanmakta olan aşkın sesinin üzerinde durmaktaydı. O bakımdan cesurdu ve terk edilen değil, yaşanmakta olan an'ın üzerine vurgu yapmaktaydı. Yoksa ayrılan onca insan gibi, insan gibi ayrılmasını bilmek lazımdı; ardından ağlamak değil, ağlamadan yaşamak gerekiyordu. Üzüntü dolu bir hayatın acısını çekmek yerine varoluşçu bir tavra yaslanarak sesinin canlı ve dirimsel tonlamasını seslendirmekteydi. Bu, aynı zamanda, dönemin dilbilim ağırlıklı düşüncesine de yaklaşmaktaydı; çünkü sözce üzerine kurulu bir bakışa göre, aynı cümleler farklı ses tonlarıyla söylendiğinde aynı anlamı değil, hatta tam tersi anlamlara açılmaktaydı. Bir delinin "soygun var!" diye seslenmesi bir banka soygununu değil, sadece alay konusu olabilecek bir eylemi ortaya koymaktaydı. Ama bu, gerçek bir banka soyguncusunun sözü ve sesi olduğunda durum ciddiyetini ortaya koymaktaydı. Tıpkı Foucault'nun verdiği örnekte olduğu gibi: "Deliler Tımarhaneye." Bu cümle 17. yüzyılda anlamsızdı; çünkü deliler Genel Hastane'ye herkesle beraber tıkılmaktaydılar. Halbuki 19. yüzyılda artık delilerin hapishane mahkûmlarıyla aynı yere tıkılmaması gerekmekte olduğunun altını çizmekteydi. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise "reaksiyoner olan birisinin" lafı olarak işlemeye başlamıştı bu cümle. Sesler gibi, zamanlarına göre, cümlelerin de anlamları ayrılmaktadır. Bir gün alay konusu olan bir cümle başka bir zamanda ve bağlamda ciddi bir anlam taşıyabilmektedir. Juliette Gréco dönemine ait bir bilgi olan seslerin ve anlamların arasındaki Dadaist farkın üzerine gitmekteydi.
Yine başka bir nokta şarkıcı için çok önemli durmaktadır. Şarkı söylemeye gittiği yerler arasında Franco'nun İspanya'sı, Pinochet'nin Şili'si veya Albaylar Cuntası'nın Yunanistan'ı vardı. Kendisine yapılan eleştirilerde "neden faşizmin olduğu yerleri boykot etmediği" sorulduğunda verdiği cevap da bir o kadar sarsıcıydı: "Neden ki, özgürlüklerin zaten kabul gördüğü yerlere gitmek ve konser vermek kolaydır; ama şiddetli baskıların olduğu yerlere giderek oradaki insanlara moral vermek ise asıl aydın olacak kimselerin tavrı olması gerekmektedir". Bugünlerde moda olan "protestolara" başka bir gözle bakabilmek için belki de 1950'lerin ikinci yarısının insanı olmak gerekmekte? Kim bilir? Entelektüel sorumluluk olarak adlandırılan tavır basit olan ve herkes tarafından yapılmakta olanları taklit etmekten çok yeni yollar icat etmekten geçmektedir. Yaratıcı sanatçı tavrı zaten bu anlama gelmez mi?
1950 - 60'ların Varoluşçu özgürleşme yıllarının içinde yetişen ve doğru insanlarla karşılaşarak hayatını "doğru kuran" bir şarkıcı ve aktris olarak Gréco "hayatının son evrelerinde iyi yaşayabilmek ve son anları geçirebilmek için direnmesini de bilmek lazımdır" demişti; gençliğinden beri "başkaldıran" birisi olarak yaşadı. Hep klişelere karşı davranmasını bildi.
Gréco, yazıldığı gibi, yollarda öğrendi her şeyi; Montana adlı barda Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanışmıştı; Martinik romunu Albert Camus ile tartışarak içmekteydi. Ve Pont-Royal barında ise filozof Maurice Merleau-Ponty ile tartışmaktaydı. Jean Tardieu ile radyo programı yapmıştı. Françoise Sagan ve Jean Cocteau (Orfeus adlı filmde rol almıştı) ile arkadaş olmuştu. Tabou adlı Jazz barın açılışından itibaren müdavimi olacak ve Varoluşçu mahzenlerin Jazz gecelerinin içinden geçecekti. Tiyatrodan, sinemaya ve şansonlara kadar unutulmayacak rollere ve konserlere imza atan bu büyük kişilik ardında boşluk değil, ama "dolu bir hayat" bırakarak bizim dünyamızı terk etti (onca konser, onca piyes ve film ile birlikte üç evlilik -ikinci evliliği aktör Michel Piccoli ile- ve onca ilişki).
1968 başkaldırısıyla birlikte, bir kadın olarak Gréco da başkaldırmaktaydı: "Beni soyun… beni soyun …ama hemen değil… o kadar hızlı değil…! (…) Aptal olmayın siz erkekler… beni soyun (…) Erkekler aptal olmayın… Siz de soyunun!" Aynı yılarda Londra'da "Hair" adlı müzikal çıplak oynanmaktaydı.
Sanıyorum, Juliette Gréco'yu bir kez tanıdıktan sonra hayattaki çeşitli ama aynı çizgideki rollerini unutmak mümkün olmayacaktır.