Bugün geleceğe doğru bakan gözlerimizin önünde sıkışmış bir siyasi ortamdan başka bir şey ortaya çıkmıyor. Hem iktidar hem de muhalefet sıkışmış. Neden ikili konuşuluyor? Neden iktidar ve muhalefet olarak bakılıyor? Halbuki ne siyasi alan ne de toplumsal alan homojen bir bütünlük gösteriyor. Her biri kendi içinde parçalanmış bir şekilde birbirlerine teğet bir halde duruyorlar. Her biri dokunuyor diğerine ama iç içe giremiyorlar. Ne konsensüs ne de harmanlamaya dahil edilebilecek zincirleme bir ittifak var! Her birinin ne ideolojik duruşu ne hareket tarzı ne de kadına bakışı benzemekte. Birçok "bir"den bahsetmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Her taraf parçalı bohçaya benziyor: İtalyan commedia dell'Arte karakteri Arleken'in elbisesi toplumsal ve siyasi alanın teşbihi gibi durmakta. Hep aynı sözler tekrar ediyor, ama her adım bir krizi daha tetikliyor. İttifak krizlerine, hukuk krizi, taraftarlık krizi, üniversite krizi, nobranlık krizi, yeni bir gençliğin başka duruş tarzlarının geleneklere uymayışının getirdiği kriz; hep beraber bir "cinnet toplumu" haline giren bir toplumsalın krizini ortaya koymakta. Örneklerini sık sık kamuya göstermekte.
Hiçbir şey eskisi gibi gitmemekte. Daha önceleri, ilerici ve muhafazakâr olarak adlandırılan iki siyasi rakip grup kendilerini tanımlayan fikirler ortaya atarlardı. Bugünkü ikili cephe kendi içinde bir o kadar ayrı cephelere ayrılmış durumda. Neden mi? Toplumsalın krizi siyasetin krizini öncelemiştir de ondan. Daha otuz yıl evvel, 1990'ların başlarında "Sosyolojinin" arkada kalmış olduğunu ve onun yerine giderek "Sosyallikler Analizi" olarak adlandırdığım bir dalın yerleşmeye başladığını ileri sürmekteydim. 1992'de Toplumbilim dergisini bu anlamda yayınlamaya başlamıştım. Toplumun homojen ve ikili çatışma üzerine kurulu olan yapısı çatlamaktaydı daha o zamanlardan beri. Ve bu çatlamayı en iyi gören karikatürcülerdi; yeni sosyal tanımlamalar, toplumsal tipler ortaya çıkararak onları adlandırmaktalardı. Entelektüel yerine "entel" diyorlardı. Aslında entelektüel yerine değil başka bir grubun ortaya çıkmaya başladığının göstergesini ve işaretlerini yeni bir isim vererek sunuyorlardı. Köyden şehre gelenler için başka isimler koymaktaydılar. "Maganda" ve "zonta" adında iki toplumsal tipin ortaya çıkmaya başladığının altını çizmişlerdi. Bu bakışa göre, her bir grup ister ilerici ister muhafazakâr olsun aralarında değişik toplumsal tiplere bürünmektelerdi. Her biri başka bir toplumsal tipi ortaya koymaktaydı.
Aynı dönemlerde istisnai bir düşünür olan Ulus Baker bize siyasi krizin toplumsal hareketlerinin de şekil değiştirmeye başladığını göstermekteydi ve şöyle yazıyordu: "Bir tarafta, terör, şiddet ve soykırım diğer tarafta ise 'uluslararası barışın güçsüz, paramparça ve kırık dökük kurumları öte tarafta." (U. Baker, Dolaysız Eylem, Birikim Yayınları s.13). Bunlar durum analizi olarak 1990'ların ortalarında oluşmaktaydı. Popülizmin ve ırkçılığın açıkça laf edilmeye başlandığı günümüzün arkasında bu oluşumların yatmış olduğunu hatırlamak mümkün durmaktadır. Bu ikili "siyasi faaliyet alanını" kabullenmek zorunluluğundan söz etmekteydi Ulus Baker. Bize baskı yapan bu durum dünyayı iki taraflı okumanın verdiği zorunlu baskıdan başkası değildi. Halbuki çatlamıştı, illa ikili okuma gerekliliğinin kabuğu. Böylece, "ehven-i şer" bir tarafı kabullenmek zorunluluğunda kalınıyordu. Bu, baskıcı bir söylemin çatlaklarında takılıp kalmak demekti. Sıkışan bir siyasetin içinde yerleşmek demekti. Ulus Baker bize "siyasi alanın" daralmakta olduğunu yazmaktaydı. Daralma giderek klostrofobiye doğru dönüşmekte. Kapanmanın getirdiği korkuyu ifade etmeye başlamakta.
Yine U. Baker'den alıntılarsam: "Yirmi yıl kadar önce yeni toplumsal hareketler adıyla vaftiz edilen ekolojizm, feminizm ve halk inisiyatifleri türünden hareketler çok geçmeden içinde at oynatabilecekleri alanların sınırlanıverdiğini görmüşlerse, bunun nedenlerini yalnızca bu hareketleri ayakta tutan düşüncelerin zayıflığında değil, 1975'lerden sonra sahneye çıkan bazı global oluşumların zorunlu sonucunda aramalıyız" (a.g.e. s.13-14). Buna göre, "yeni" diye adlandırılan toplumsal hareketlerin başladığı zaman 1970'lerin başındadır; 1973-74 petrol krizinin ve aslında tam da ulus-aşırı sermayenin hegemonyacı döneminin başlaması sırasındadır. Alman Ekolojistleri ve Feminizmin "ikinci dalgası", sivil toplum kuruluşları krizin içinde ortaya çıkmışlardır: "Sınır tanımayan doktorlar" (kuruluşu 1971), "sınır tanımayan gazeteciler" (kuruluşu,1985), "Sınır tanımayan üniversiteler (kuruluşu 2009) vb. İlk hareketlerden "ikinci dalga feminizm" 1968 hareketlerinin hemen ardında (ilk hareket "İkinci Cinsiyet kitabıyla 1949 Simone de Beauvoir ile başlatılmakta Fransa'da) belirmiştir. Alman Yeşilleri ise 1980'de kurulmuştur. Bunlarla, toplumsalın değişik parçalara bölündüğünü, değişik öznelliklerin ortaya çıkarak talepleri farklılaştırmaya başladığının altını çizmeliyiz.
Yine U. Baker'i takip edersek, "bunalım yeniyse" bunun nedenleri "eski klişeler" kullanılmaya devam edildiği içindir: "İslami köktencilik, eski milliyetçi hınçların uyanışı" (a.g.e.s.14). Bugün bu durumu izlemeye devam etmenin dışında şiddetin boyutlarının, bilhassa Avrupa'da artmış olduğunu izlemekten başka bir şey yapmıyoruz. Bir yere daha dikkat çekmekte U. Baker. O da siyasalın yeni bir kurguya yaslanmakta olduğunun gösterilmesi: "Medya, enformasyon ve teknolojik toplumsal karmaşanın" aydınlar tarafından "nasıl kurulduğunun incelenmesi, analizinin yapılması gerekliliğidir. Bu incelemeye "siyaset felsefesi" adını vermenin gerekli olduğunun altını çizmektedir. Yani; siyasi analiz yapmak ideolojik taktik ve stratejiler geliştirmekten çok felsefe olarak siyasete bakmayı zaruri kılmaktadır; çünkü o zaman kriz içindeki "siyasetin olanağının ne olduğu?" sorusu sorulabilecektir. Bu direkt bir okumayı değil, düşünmeyi gerektiren siyasi bir düşünce alanıdır. Güncel sorular üzerine düşünmekten çok, "ne bilinebilir" "ne yapılabilir?", "ne umulabilir?" gibi Kant'ın soruları arasında ilerleyebilen bir "siyaset felsefesi" düşüncesidir.
Kamuoyu yaratmak da değildir o halde bu düşünce. Referandum konuşulup duruluyor. Çözüm siyaset felsefesi açısından bakıldığında bu bakış "kamuoyu üzerine" olmayacaktır; çünkü kamuoyu her an değişkenlik taşımaktadır, taraflar çabuk yer değiştirmektedir. Post-modern oynaklık burada kendisini açıkça göstermektedir. Toplum kamuoyu gibi kanılarla işleyemez; o nedenden dolayı siyasi ve toplumsal kriz uzun zamandan beri yaşanmaktadır ve yapısal hale girmiştir. Demokrasinin bir siyasi rejim olarak kamuoyu ve oy atma üzerinden kurulmasının modern hatalarını sürdürmekten başka ne yapılmaktadır? Taleplerin protestosunun kamuoyu üzerine odaklanmasının "derin olmayan halinden" de söz etmektedir U. Baker. Tam da bu anlamda protestolar anlam kazanmakta, kamuoyu üzerine kurulmayan taleplerin yaratıcılığı ortaya konulmaktadır.
Son olarak ikinci bir örnek daha vererek bitireceğim. Bir düşünür olarak Küçük İskender'in şiirinin "yaratıcı ve yeraltı bakışı" bizi düşündürtmektedir. "Sevmeyenlerden oluşan bir bütünden" söz etmektedir Küçük İskender. "Bütün", o halde, ittifaklarda "sevmeyenlerin yan yana gelmesidir". Dolayısıyla sevmeyenler yan yana gelemezler. "Alp krizi" adını vermişti buna şair. "İnsanlık tarihinin yüzyıllardır yaptığı, bu tarihle lekelenmiş bir ilişki biçiminin son kahramanının adıdır Alp Krizi". Şöyle yazmakta: "Alp Krizi! Bir anlamda, yüzyıllara yayılmış, insanlık tarihiyle lekelenmiş bir ilişki biçiminin son kahramanı! Son katili! Son masum çocuğu!" Büyük yalnızlığı buna bağlamaktadır. İttifaklardaki yalnızlık bu anlama gelmektedir: "Büyük Haksızlık, Hastalıklı Yalnızlığım". Ama, aynı zamanda "Bu derece kör yaşayamayız. Hiç değilse kırık dökük birkaç görüntü, adlandıramadığın birkaç kıpırtı taşısın sana şu farklı hüzün!"