Türkiye; referandum öncesinde genel olarak korku, heyecan, endişe, bunalım ve buna benzer duygularla birlikte referandum hazırlığı içinde. Tam olarak herkesin ne olduğunu bilmediği, ufkun nasıl bir gelecek beklediğini tam olarak kestiremediği, bazılarının olmuş olanı, bazılarının ise olacak olanı kaybetmek korkusuyla endişeli bir Türkiye içine girmekte olduğumuzu gözlemliyoruz.
Her bakımdan karanlık bulutların kara bir güneşi göstermek için kendilerini gökyüzünün etrafını olduğu kadar merkezini de kapsayan halleriyle bir melankoli, bir hüzün, bir endişe ve bilhassa “korkunun kokusunun” hakim olduğu sarı bir Türkiye çıkıyor karşımıza. İster iktidar bloku ister muhalefet, ister azınlıklar, ister sermaye, ister sefalet içindekiler ve bütün bunların içinde "bilgi toplumundan” gitgide uzaklaşmanın vermiş olduğu endişe her yeri kapsıyor.
“Kalabalıklar dünyasından” “medya dünyasına” girdiğimiz bugün içinde, medyanın kendi sıkıntıları kendini bu endişe içinde sunmakta. "Endişe medyası", yani kimileri muhafaza etmek için, kimileri saldırılara karşı durmak için, kimileri saldırmak için, nerdeyse farksız bir şekilde, bu hisler her tarafı kaplamış vaziyette. Sadece “gerçek-sonrası” bir medya ortamı değil, gerçeğin ta kendisi sararmış ve kararmaya doğru yüz tutmakta. Gustave Le Bon’un “kalabalıkların psikolojisi” 20. yüzyılın başının önemli meselelerinden biriydi. Bugün ise “kamu” diye adlandırılan alan çözülmüş parçalanmış kendini aramakta olan merkezsiz , sağa sola sallanan ve tam olarak ne olduğunu söylemekte zorlanılan bir kavram haline gelmekte. Kalabalıkların sokakta olmaktan çok sosyal medyayı kapsadığında, her türlü bilgi ve bilgisizlik, saldırı ve de büyük paranoyak güçlerin öncü olduğu bir ortam endişe verici bir şekilde yaşanmakta. Sağlıklı bir toplumun rasyonel bir düşünce biçimi içindeki yaşamasının gerekliliklerinden biri olan güven tamamen yitirilmiş vaziyette. Kapitalizmin en önemli sorunlarından biri olan paranın değişimi, oynaklığı, ulus-aşırı hareketleri ve el değişimi içinde, bütün bu ilişkilerdeki güven ortaya çıkan psiko-sosyal krizle sarsılmakta. Güvensiz bir toplumun rasyonel bir şekilde idare edilme imkanlarını kaybettiğini gözlemliyoruz. Kriz dönemlerinde hep olduğu gibi merkezileşmenin, aşırı bir şekilde kendini topluma ve toplumun sınıf katmanlarına dayatmakta olduğu güç, güvensizlik ortamında bir güçsüzlüğe dönüşüyor. Kriz dönemlerinde dünyasallaşan bir salınmada, merkez kaybı geçiş dönemlerinde her zaman kendisini gösterdi. Sonsuzcasına küçük ve sonsuzcasına büyük arasında merkezini kaybeden 17. yüzyıl insanı gibi, 21. yüzyılın başının insanı da, Türkiye'de olduğu gibi dünyanın bir çok yerinde de merkezini kaybetmiş vaziyette.
Uluslararası alandaki belirsizlikler, Türkiye'nin nereye doğru gideceğinin aşırı belirsizliği hem çalışanları, hem işsizleri, hem takip etmeye çalıştıkları enformasyonu izlemeye çalışanları hem sermayeyi, hem emeği, hem iktidar bloklarını, hem de muhalefeti hep beraber, aynı geminin içinde, belirsizliği doğru giden Avrupa Ortaçağındaki nehirlerde salınmakta olan, nereye doğru gideceği belirsiz bazı limanlarda duran, bazı limanlarda durmayan ve sonunda felaketle biten yaşam hikayelerine benzer bir şekilde neticesi ve ufku belli olmayan bir yere doğru sürüklenmekte olduğumuzu gözlemliyoruz.
Avrupa'nın içinde yükselen yabancı düşmanlığı ve aşırı sağcı ırkçı söylemlerin ve saldırıların git gide büyük boyutlara varmakta olduğu bir toplum, kendi içindeki mevcut olan heterojenliği homojenliğe çevirmek isterken, bunun diğer ucunda bulunan nüfusunun bir kısmını Avrupa'da besleyen Türkiye'nin Batı karşıtı söylemi, Doğu-Batı arasındaki uçurum yakıştırması her zaman olduğu gibi sahte bir Batı-Doğu zıtlığını ve düşmanlığını öne çıkararak, bir karşıtlık yaratmak istencinde olduğunu gözlemliyoruz. Bu söylem öyle bir şekilde başını almış gitmiş ki karşısında durmak, tarihin Doğu Batı ayrımı üzerine değil, tam tersine dünyasal yani global ve geçişli olduğunu hatırlatmak entelektüel borcun önemli verilerinden biri olmuş vaziyette.
Sahte ve kurgulanan bir psikoloji diye adlandıracağımız bu dönemde endişe, “korku rengi” olan sarı renkte kendini göstermekte. O bakımdan en başta söylediğimiz gibi, her tarafın birbirinden çekindiği, birbirine karşı güvenini yitirdiği, kimin ne kaybedip kimin ne kazanacağı belli olmayan bir ortama doğru sürüklenmekte olduğumuz, sanırım, çoğunluk tarafından, ister muhalefet ister iktidar blokları içinde olsun, kabul edilmekte .
Önemli olan bugün –Durkheim'ın da 20. yüzyılın başında söylemiş olduğu gibi– kalabalıkların hezeyan ve heyecan psikolojisi içinde kalıp, şiddetle davranıp ve evine gittiğinde "ben ne yaptım ?" sorusunu kendisine soracağı bir ortam içinde akıllı davranabilmektir sanki. Bugün insanın kendi kendisine soracağı sorular bunlar... Soru sormayan bir toplumsal psikoloji her zaman yanılmakla yükümlü sanki...