Balzac'ın 19. yüzyılda yazdığı romanları Marx çok önemli bulmaktaydı; çünkü Balzac kraliyetçi ve aristokrasiden yana olsa da Fransa'da burjuvazinin gerçekliğini yansıtmaktaydı. "Vadideki Zambak"tan "Goriot Baba"ya romanlarında, kadının toplumsal konumundan ailelerin nesiller arası miras ilişkilerindeki çelişkilerin sevgisizliğine kadar gelen bir çizgiyi evrensel bir boyutta ele almaktaydı. Fransız toplumunun karakterlerinin ruh hâlini ve davranış biçimleriyle geliştirdikleri tutumları resmetmekteydi. Bugün hâlâ ondan öğrenilecek dersler vardır.
Medya dünyasından burjuva karakterlere kadar aralarındaki sınıfsal farkların yarattığı ayrımları ve ayrıcalıkları ortaya koyuyor ve bir bir çizerek gösteriyordu. Belki de bugüne en yakın duran eserlerinden birisi Türkçeye "Sönmüş Hayaller" adıyla çevrilen romanıydı. "İnsanlık Komedya"sının en çarpıcı örneklerinden birisini eleştirel bir sanat dünyası içinden geçerek göstermekteydi. Balzac toplumdaki eleştirmenlerin ve gazetecilerin ahlaki dönüşümünü romanın hemen başında ele aldığı matbaa makinalarının Angouleme'deki eskiliğine karşın Paris'teki teknolojik atılıma bağlamakta değil miydi? Bugün de böyle düşünebilir miyiz? İstanbul'un yayın merkezi Bab-ı-Ali'den İstanbul banliyösündeki kulelere taşınan gazeteci ve eleştirmenler dünyası aynı zamanda matbaa makinalarının teknolojik değişimine bağlı mıydı? Ve sonrası? Kâğıttan dijitale giden bir teknoloji değişimi bu mesleklerin yapılışını değiştirmiş miydi? Teknolojik ilerlemeyle birlikte ahlaki çöküş mü başlamıştı?
Bugün eleştirel düşünce deyince akla ilk gelen Frankfurt Okulu olmakta. Bu düşünürlerin içinden geçtikleri toplumdaki eleştirel düşünce Kant'ın eleştirisinden Balzac'a giden bir çizgiyi ortaya koymadı mı? Balzac'ın bu romanında, roman kahramanı Lucien (takma aristokrat adıyla "de Rubembré") Fransa'da zengin bir kadının (Madam de Bargeton) dostu olarak Angouleme'i terk ediyor ve Paris'in monden dünyasına adımını attığı anda dışlandığını görüyordu. Belki de sınıfsal olan tutumların en çarpıcı örneklerini bu tasvirler ortaya koymaktaydı. Lucien, Paris eleştiri dünyasının "mafyasının" eline düştüğünde, para ile ilişkinin ahlaki sorunlarını yaşamaya başlamaktaydı. Eleştiri neydi? İyi bir edebiyat eserinin keşfedilmesi mi? Yoksa başkalarının yazdıklarını yerden yere vurmanın araçlarının keşfedilmesi mi? Tabii ki burjuvazi ve para dünyasının ikileminde para kazanmak ve iyi yaşamak ve dolayısıyla iktidar ve prestij sahibi olmak eleştirmekten değil yermekten geçmekteydi. En iyi kim "saldırırsa" o daha öne çıkmaktaydı. Kim yerden yere vurulabiliyorsa, onun üzerinden sağlanan prestij paraya doğru yönlendirmekteydi eleştirmeni; üstelik bir de bu yazıyı yazma kabiliyeti varsa, gelecek ondan bir kahraman ortaya çıkaracaktı. Halbuki tam da öyle olmadığını her saldırının yükselttiği kişinin bir gün avlanacağını Balzac bize göstermekteydi. İktidara yaklaşmak demek paranın yolunun kat edilmesine ulaşmak ve prestij sermayeye doğru yol almak anlamına gelmekteydi. Ama hiç de öyle olmadığını Balzac yaşadığı Fransız toplumun değerleri içinden geçerek bize göstermekteydi. Zafere doğru yükselen bir kartal değil baş kahraman kendi saldırılarıyla yükseldikten sonra başkalarının kazığını yediğinde, prestiji bir anda gidebiliyordu.
Ümitsizlik ise kişiyi tamamen paralize etmekte. Kendi yok olma sahnesine doğru aldığı yol yapılmakta olan eleştirinin, bugünkü deyimiyle "trollerin" bu olmadığını çok sonra fark eden kahraman Lucien, kendi acısını kendisi çekmekteydi. Suya bıraktığı vücudunun aksini suda gördüğünde etrafındaki haleler gitgide büyüyerek bedeni karanlığa doğru sürükleyecek süreci başlatmaktaydı; çünkü suyun rengi "ne yeşil ne mavi ne açık ne de sarıydı; cilalanmış bir paslanmaz çeliğin aynaya" döndüğü renge bürünmekteydi.
Bugünün trolleri, 19. yüzyılın eleştirmenleri gibi, siyasetin verdiği iktidara ve prestije batmış bir şekilde bu karanlık yolu seçmiş durmaktalar. Aslında, eleştiri kendi yolunu çizmekteyken ve bir yandan eleştirdiğinin içinden geçerek "eleştirel alanı" ahlaki bir şekilde yakalamaya çalışmakta olduğu için değerli olmaya devam etmektedir (T. W. Adorno "kültürün ve toplumun eleştirisi" adlı makalesinde buna değinir). İçinde bulunduğu sosyal alanın içindeki her türlü çelişkinin verdiği verilerin içinden geçerek etik olanı yakalamaya çalışmakla her türlü ideolojik oyunun parçası haline gelen ve ahlakını kaybettiğinin farkında bile olmadan, belki de hareket etmeye devam eden 19. yüzyılın eleştirmenlerin post-modern karakteri olarak bugünkü trollerin geldiği nokta düşündürücüdür ve böyle olmaya devam etmektedir. Hakikatleri ise "sahte bir vicdanın" içinden geçmektedir. İçinde oldukları durumun karanlığında boğulmaktadırlar. Vicdan yoksunluğudur. Düşüncesizliğe saplanan gençlerin umutsuzluğundaki bulabildikleri tek çıkar yol mudur bu? Çıkar ilişkisi ne de olsa günümüz siyasetinin vazgeçilmez vurdumduymazlığı olarak mevcut olmaya devam etmektedir. Haberlerde izlediğimiz skandallar İngiltere'den Amerika'ya, Orta Doğu'dan Balkanlara ve Asya'dan Afrika'ya kadar (sömürge sonrası) var olan toplumlarda yaşanmayı sürdürmesi ve yolsuzlukların birbiri içine girdiği eylemlerin kucaklaşması şaşırtıcı değildir de nedir!
Sanat ve edebiyat veya siyaset gazeteciliği olarak başlayan hayatlarında akademik yerlerini kullanarak bu kötü rollere soyunanların sayısını gördüğümüzde, aynı zamanda üniversitelerin zavallı halini de görmekteyiz. Başarının sırrı saldırıysa eğer artık orada gerçek diye bir şey aramanın bile manası kalmamıştır.
Balzac'ın bu romanından yola çıktık. İlahi Komedya'nın "İhtişam ve Sefaletinin" yan yana işlediği toplumsal ahlakın verileri içinde ilerleyen eleştirmen yazarlardan, Lucien'ın taşra saflığı ve Lousteau'nun şehirli kurnazlığıyla birlikteliği heterojen bir birlik değil midir? İki ayrı vicdanın yan yana gelmesiyle işleyen çarka birisinin diğerine ihaneti sonrasında, bu işleyen çarkın bozulmasıyla eleştirmenler de çöküşe girerler.
19. yüzyıl romanlarının ahlakı ile günümüz ahlakı tabii aynı değil; ama 19. yüzyıl plastik sanatlarını, romanlarını, şiirlerini okumaya ve onlardan etkilenmeye devam ediyorsak hâlâ, o zaman post-modern vicdanlarımızın bir yerlerinde hâlâ pamuklarda saklı "güzellik ihtimalleri" var demektir.
Büyük hayallerin ve umutların önce yükselmesi (ütopyalar) ve sonra da kaybolmasıyla (cehenneme dönen bir kapitalizm) başlayan sürecin içinden geçtiğimiz iki yüzyıl, belki de ahlaksızlıktan ve cehalet kokan bir yozluktan bıkmıştır.
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris’te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi’nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul’da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü’nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye’de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayınlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |