“Eğlence sanatı” diye bir kavram duyduğumuzda, belki de Covid-19 sırasında Türkiye’de yaşamıyor muyuz sorusunu sormak bile tuhaf kaçmayabilir. Sanatlarda hızlı bir dönem yaşamaktayız Ekim ayı başlarında. Bu süreç zarfında gördüğümüz sanat ortamına bakıldığında yeni olmayan, yıllar evvel yaşanmış bir vaziyet yine akla gelmiyor değil, kanımca.
O da 1950’li yıllarda Hannah Arendt’in dikkat çekmiş olduğu gibi kapitalizmin bir evresinde (ki o yıllar çok erken yıllardı) sanatlar “kitle”sel olarak ele alınmaya başlamıştı. Kitle toplumunda, sanatın kitle kültürüyle birleşmeye çalıştırılması söz konusuydu. Arendt’in “kültürdeki kriz” olarak gördüğü sanatların kitsch estetiğiyle karışmaya başlamasıydı. Veya başka türlü söylendiği gibi, burada özellikle sanat tarihçisi Harold Rosenberg’in kullandığını hatırlatmaya kalkarsak “kitsch’in entellektüelleştirilmesi” veya “kitsch’e entelektüel bir boyut eklemek” olarak görülen bir durum ifade edilmekteydi. Ne anlama gelmekteydi bu? Kitle kültürü herkese ait bir kültür olmak vasfına sahip olduğundan dolayı hemen şunu eklemek yanlış olmayacaktır: Kitle demek herkesin beğeni yargısına hitap eden demektir. Sanatın, bilinsin veya bilinmesin, kolayca içine girilebilen görsel bir şey olarak kabul edilmesidir. O halde kolaydır da. Herkes yapabilir veya anlayabilir olarak kabul edilmiştir. Kitle kültürü bu anlamda aşağılayan bir bakışa sahip bir tarzda söylenmekteydi.
Bu ilişki 1990’lı yılların başında New York’ta “alçak ve yüksek kültür” arasında bir hiyerarşinin kalmadığını iddia eden bir sergiyle taçlandırılmıştı. Hiyerarşinin ortadan kaldırılmak istendiği bu iyi niyetli dönem eğlence endüstrisinin ortaya çıkmasına katkıda bulunduğu gibi, aynı zamanda sanat eğlence ilişkisini yan yana getirmeye başlamıştı.
Burada yanlış anlamaya yer vermemek için sanatlar en öncü modern hallerinde de, 20.yüzyılın başında, eğlenmek üzere birçok çalışmaya hazırdı. Ancak bu dönemde eğlence entelektüel bir öncü hareketi içinde taşımaktaydı. Akademik bir sanat anlayışına ve onun perspektif kuralları üzerine kurulu anlayışına bağlı işleyen bir bakışın reddiydi. Bu nedenle eğlenceli olarak kabul edilmekteydi; ama aslında kitleye ait nesneler kullanılmaya başlanmış olsa da bu kitle kültürünün ilgisini çekmekten çok uzak bir sanat anlayışını ortaya koymaktaydı.
Daha bize yakın bir coğrafyaya, İstanbul’da 1990’ların yarısına geldiğimizde iki Rus asıllı sanatçı, Amerika’da sosyolojik bir sanatı ileri sürmüşlerdi. Melamid ve Komar halkın beğenisine oylamaya açık bir şekilde en çok beğenilen tarzı soruşturup, onları gerçekleştirmektelerdi. Burada resmedilen kitle kültürünün bakışına bağlı olarak “manzara resimleriydi”. Bunu İstanbul 1996 Bienali’nde görmüştük. Bu elbette sanatçıların gerçekten sosyolojik resme verdikleri önemden çok halkın beğenisini gözler önüne sermeyi hedeflemekteydi. Gülünüyordu ve geçiliyordu; ancak zamanla eğlence ve sanat arasındaki ilişki, eleştirel olan bakışı aşıp, gerçekten bir beğeni yargısı haline dönüşmeye başladığı zaman eleştirel bakış imdada yetişmeye, belki de çalıştı; fakat belki de iş işten geçmeye başlamıştı. Değerler bu çizgiye oturmaya başladığında ise başka bir sorun ortaya çıkmaktaydı: Anlaşılır ile anlaşılmaz olarak adlandırılan iki türlü sanat yapma biçimi. Anlaşılır olarak nitelenen ister siyasi ister estetik dışı olsun yapılmakta ve takip edilmekteydi; anlaşılmaz olarak nitelenen eserler ise soyutlamalara doğru giderken, anlatısını çoğaltan kavramsal-sonrası olarak adlandırılabilecek bir sanat yapma biçimi yanında, sanatı kitlesel yapanın dışında kalmaya başladı. Hatta bazıları bu eserler için “Bienal tipi eser” yakıştırmasını bile yapmışlardı.
Popüler kültür en başından beri, yani Rönesans döneminden beri ortaya çıkmaya başlayan kapitalizm ile birlikte yol aldı. Popüler kültür dini alanın kitle kültürüne doğru evirilmesinin bir aracı olarak da kilise tarafından Batı Avrupa’da kullanılmıştı. Günümüz döneminde de bu etki yeniden çağdaş sanat içinde güncelleşmiş vaziyette. Eğlendirmek üzere yapılan sanat bir bakıma kitle kültürünün aracı olarak siyasi iktidarlar ve sanat burjuvazisi tarafından da (bazen de reklamcılar bu rolü üstlenmedi değiller) desteklendi ve hatta öne çıkartıldı. Bu, çok garip bir şekilde sanat yazarlığı dışında başka siyasi ve ekonomi yazarlarının da hoşuna gitmiş olsa ki onlar artık sanat üzerine yazılar kaleme almaktan çekinmediler. Kitlesel eğlence kültürü dünyasal bir şekilde yerine oturtulmaya başlandı.
Arendt şöyle ileri sürmüştü: “Kitle toplumu, kültürel nesnelere el koymaya başladığında kitle kültürü ortaya çıkar. Bu da kültürün kitlelere yayılmasını değil, kitle eğlenecek diye kültürün yok edilmesi” anlamına gelecektir.
1950’li yıllara ait bu bakışı tekrar düşünmenin sırası gelmedi mi?