İçinden geçmekte olduğumuz zor zamanlar. Covid-19 üzerine gelişen onca tartışma ve kavramsal yaklaşımlar 19. yüzyıl vebası ile veya 1918 İspanyol gribiyle kıyaslanıyor ve benzerlikler ve farklar üzerinden bir okuma alanı ortaya çıkmaya başlıyor. Bu süreçte, Foucault’dan kalan entelektüel miras olarak biyo-politika ve denetim toplumu tartışmaları ele alınmakta. Bu tartışmaya giren birçok filozof ve sosyolog, bu açıdan, gelecek için siyasi ve ekonomik kaygılarını dile getirmekte. Bu tartışmaların süregideceğini düşünebiliriz.
Yakın zamanda 1921 doğumlu Fransız sosyolog ve düşünür Edgar Morin gelecek için kaygılarını dile dökerken, aynı zamanda İspanyol gribi sonrasında doğan ve uzun yaşayan birisi olarak konuşmakta. Bu girip sonrasında, gribe yakalanıp da hastalığı atlatan kadınlar arasındaki annesine, doğumunun rizikolu olabileceğinin söylendiğini bizlere hatırlatmakta. Virüs bazı hasarlar vermekte bedenlerimize, ama Edgar Morin örneğinden yola çıkarak bakarsak söylenenlerin genel olduğunu ve her insan için geçerli olmadığını bir umut sözcüğü olarak hatırlayabiliriz. Morin, aynı zamanda, kıyaslamayı İkinci Dünya Savaşı ile yapmakta. Bu da, bize Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un "savaştayız" cümlesini akla getirmekte. Bir felaket ve bir işgal ile içe kapanma arasında yaşanan anlara benzer bir süreç yaşamaktayız, o halde. Bu savaş bugün virüs ile canlıların savaşı olarak ortaya konulmakta.
Birinci Dünya Savaşı ve İspanyol gribi, kapanma süreci sonrası önemli bir kıyaslamayı ortaya koymakta. O da, yine hemen İspanyol gribi sonrasında başlayan "neşeli ve çılgın eğlence ve sanatsal yaratı yıllarının içinden geçen bir ekonomik krizin sürmesiydi. Bu süreçte 1929 Krizi iki ayrı ekonomi-politiğe açıldı: ABD İngiltere ve Fransa’da "Refah Devleti" bir yanda, diğeri ise Almanya’da Naziler ve İtalya’da Faşistlerin iktidarı. Bugün ise kıyaslamaya girdiğimizde, belki eğlenecek halimiz pek kalmasa bile ekonomik ve toplumsal olan benzer krizi dünyanın her yerinde yaşamaktayız. İşsizlik ve kapanma arasındaki denklem beraberinde sınırların da kapanmasını, en azından şimdilik, ortaya çıkarmakta. Bir yerden başka bir yere gitmek, bir şehir içinde bile bazı ülkelerde sınırlı bir hale girmiş vaziyette. İzin kağıtlarıyla sınırlarımızı geçmeye ve yol almaya başlayacağız (İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal altındaki Fransa’nın vaziyetini gösteren filmlerde gördüğümüz gibi). Bu durum, şehirlerarası ve uluslararası yol kısıtlamaları şeklinde gelişmekte.
Mesela, 11 Mayıs 2020 ile evlere kapanmaktan çıkan Fransızlar günlerdir zaten yollardaydılar. Haberlerde izliyoruz. Sokaklar ısınan havayla insanlarla, en azından alış-veriş yapmak için sokağa çıkanlarla dolmaya başlamakta. Ancak, bir mahalleden başka bir mahalleye giriş-çıkış için bile izin kağıtlarıyla dolaşılmakta. Gerçi, izin kağıtları vatandaşların kendileri tarafından doldurmakta; ama yine de bir kısıtlama söz konusu. Şehirler arası seyahatler daha tam olarak açılmış değil. Bizde ise, 11 Mayıs’ta en çok berberler konuşulmaya başlandı. 65 yaş üstü geçtiğimiz pazar günü ilk kez sokağa çıktı ve rahatladı. Bugün ise haberlerde artık berberler ve müşterilerinin haberleri yer almaya başladı.
Havaalanları da benzer bir durumu göstermekte. Paris Orly havaalanı tamamen kapanmış ve sadece kargo uçaklarının iniş ve çıkışlarına izin verilmiş durumda. Roissy havaalanı ise birden çok terminali olan bir havaalanı olarak sadece bazı terminalleri açık ve kullanılabilir olarak gösterilmekte. Bu haberlere göre, içindeki dükkanlar hala kapalı olarak durmaktalar. Havacılık şirketlerinin mail ile duyurdukları bu haberler, evden çıkmasanız bile veya başka bir ülkede olsanız bile, e-posta ile size bilgileri yollamaktalar. Benzer bir durum bizim ülke için de geçerli. 28 Mayıs’a kadar havayolları birçok ülkeye kapalı ve ondan sonra da sınırlı yerler için geçerli olacağa benzer. Bunun kararı neden bu şekilde alınmakta onun cevabını vermek ise herhalde bakanlıkların enformasyonlarına bağlı olarak gerçekleşecektir?
65 yaş üstü pazar günü sokağa çıktı ve sonrası için bekleniyor, hukuken ne zaman nasıl karar verilecek? Kararnameler ve kararlar hukuki olarak yürürlükte. Bazı ülkeler bu tip kapanma ilkelerine riayet etmemekteler ve oralarda, hukuki olarak, izolasyon yaşanmıyor. İsveç’in durumu bunu göstermekte; ancak göreceğiz bu tip bir mücadele daha mı başarılı olacak veya tam tersine vakalarda artış mı gösterecek ? Asya’dan (Çin, Güney Kore) gelen haberlerde ise gözler vakaların tekrar başlama alametleri gösterdiğine yöneldi.
Bu süreç zarfında, belki de en dikkat çekici olan, denetim toplumu olarak adlandırılan bir dönemde yaşayan bizlerin, fiziki izolasyonla hayatımız veya başkalarının hayatı için kendi özgürlüğümüzü bir kenara bırakmış olmamız. Buna rağmen, yine de dikkat çeken hukuki bir durum ortaya çıkmakta. Denetleme teknolojileri, bireylerin fiziki olarak bedenlerine odaklanmış vaziyette.
Burada her zaman var olan sınıfsal farklar ve şanslılık ve şanssızlıklar var elbette. İkinci yazlık evlerin kullanılması, izolasyonu sahil beldelerinde geçirme fırsatını yakalayanlar yahut bahçeli evlerde oturabilenler ile daracık apartman dairelerinde oturan ve hatta ilk katlarda demir parmaklıkların ardından sokağa bakabilenler izolasyonu aynı rahatlık içinde yaşamamaktalar. Zoraki durumlarda bir yerden başka bir yere mecburi izinlerle yer değiştirmek imkanları da yaşanabilmekte. Özel durumlar istisnai durumlar olarak kaide oluşturmamakta. Ancak "istisnai" kelimesini kullandığımda, Agamben’in "istisna halinin" devletlerin normal hal olarak düzenlenmeye başladığı saptamasını da, sanırım, unutamıyoruz. Aklımızın bir kenarında durmakta bu önerme.
Özgürlük konusunun içinde olduğu ikinci nokta ise hukuk alanı olarak durmakta. Yeni düzenlemeler veya kararnamelerle işleyen bir hukuk sistemi hukuksuzluğu değil, tersine hukukun egemenliğini ortaya koymakta. "Hukuk toplumu" içinde yaşamaya başladığımız aşikar.
Daha önceleri haklar veya özgürlükler üzerine pratik yaşam, en azından çoğu zaman, bu kadar hukukun içinde durmuyordu sanki? 1960’lı ve 70’li yılların serbest zamanlarında yapılan birçok şey, davranış ve yaşam şekli "hukuka uygun" olarak mı yapılmaktaydı yoksa hukukun alanını oluşturan "içtihat alanlarını" genişletmek üzere hukuksuzluğu hukuki hale dönüştürme pratiklerini mi yaşamaktaydı ? Bu sorulara şöyle cevap verilebilir: Hukuk dışı olan birçok hareket yolunu hukuk ötesinde bir yerde, kendi meşruluk alanı içinde bulmaktaydı.
En azından o döneme ait filmlere baktığımızda, hareket ve davranış tarzları bazen geleneklere ait kurallarla, bazen ise hukuki kanunlarla pratik edilmekteydi. Kız kaçırma, hırsızlık veya komedi filmlerindeki illegalizmler (bilhassa Kemal Sunal filmlerinin toplumsal boyutu ele alış şekli) sempatik bir şekilde kanunları ihlal etmekteydiler. Ve sonu hep iyi (niyet iyiyse sonu iyidir) bitmekteydi. Benzer film örneklerini, Amerikan sineması veya Fransız ve İtalyan sinemasında da bulmak mümkün. Sonu iyi biten filmlerin çoğunda, hukuk düzeninin dışında ve meşru alanların kontrolü altında kurulu olayların yaşandığını izlemekteydik; yani, hukuksuzluk da o kadar suç gibi durmamaktaydı. Hukukun kale alınıp alınmadığının belirsizliği söz konusuydu. Foucault 1970’li yıların sonunda sürekli bir şekilde politik-hukuki kelimelerini birlikte kullanmaktaydı. Bunu şu şekilde okuyabilir miyiz: 1970’li yıllarda, Avrupa’da ve bizim ülkemizde "kurşun yılları" devletin hukuki egemenliğini kuvvetlendirerek daha denetimli hale sokmaya başlamış mıydı ? Ama bunun yanında hatta, 1980’lerde " Anaysa hukuku bir defaya mahsus olarak delinebilir" diyen siyaset adamlarımız bile vardı.
Hatırlanacağı gibi, Türkiye söz konusu olduğunda, bu yıllarda birçok gündelik yaşam pratiği hukuki kontroller ile sınırlı değildi; çok daha serbestti. Avrupa ülkelerine giderken vize almak söz konusu değildi. Yurt dışında üniversitelere yazılmak için önceden bir başvuru belgesi sorulmamaktaydı. Bunları öğrenciler, serbestçe, kimseye baş vurmadan gerçekleştirebilmektelerdi. Ayrıca sigara ve alkol kullanımında da benzer bir serbestiye vardı. Kolektif binilen dolmuşlarda bile, birden bire birisi sigara yakılabiliyordu. Hatta şehirlerarası otobüslerde, gece yolculuklarında yanınızda oturan biri sigarasını aniden içmeye başlayabiliyordu. Kaçak ve karaborsa mallar ise, bilindiği halde pratikte kolayca gerçekleşmekteydi. Kaçak sigara, elbise, parfüm gibi yurt dışından gelen mallara büyük baskınlar yapılmamaktaydı (arada sırada bazen birileri yakalanmaktaydı). Yaşamı hukuk belirlemiyordu. 1970’li yıllar buna bir sınır getirmeye başladı. 1980’lere geldiğimizde ise neo-liberal kapitalizmin sıkıntıları ekonomikti, ama hükümetler, hukuki olarak, illegal alanların kısıtlanması için siyasi ve ekonomik kararları almaya başlamıştı. Buna ülkeler arası göç ve yabancı işçilik de dahil olmaya başladı. Zaten siyasi olarak da bazı Avrupa dışı ülkelerde, darbelerle kısıtlamalar hukuki olmaya başlamıştı bile.
Covid-19 ile yaşamımızın içinde, belki de, hukukun bir adım daha kısıtlayıcı boyutu dikkat çekmeye başladı. Bu sadece teknolojik kontroller ile bireysel denetleme değil, daha basit şeyler için de geçerli olmaya başlamakta. Hem yer değiştirme hem de seyahat gibi konularda kısıtlanmaların aşırı boyutlara gelmeye başladığını izlemekteyiz. Vize almak zaten nerdeyse imkansız! Covid-19 öncesi zaten zor olan bir durum bugün imkansız hale girdi. Yine izinler, kağıtlar, doldurulacak ve ispatlanacak belgeler; sadece vize almak için değil (soru harici) ama vizesi olanların da, seyahat etmek için, sorgulanmaları, sebepleri sorulmaya başlandı. Mesela AB ülkeleri kendi sınırlarını kapattı. Türkiye de aynı uygulamaları yapmakta. Özel anlaşmaların dışında seyahat imkanları kısıtlanmakta. Yani, "insan hakları" arasında "seyahat etme hakkı" gibi bir madde kısıtlanmış durmakta. Yasak değil bunlar, ama hukuken zorlanılmakta. "Bin bir dereden su getirtilmekte".
Bugünkü hukuk, her yerde, git gide kararnamelerle yürürlüğe sokulmakta. Hukuk gündelik yaşam pratiğinde hayatlarınızı egemenlik altına almaya başlıyor. Covid-19 zamanlarında, hareket etme, yer değiştirme, seyahat ve hatta bazı yaşlar için evden çıkma kısıtlamaları ve zorlukları yaşanmakta. Kimin ne yapacağına hukuki önlemler karar vermekte. Hukuk belki de, istisnai hallerde daha sık rastlandığı gibi, yaşamlarımıza sirayet ediyor. Uzun zamandan beri belki de, kitle halinde hukuk ile bu kadar iç içe olmadık. Bu bakımdan, bilim-kurgu tipi denetim biçimlerinin yanında (uzaktan dronlarla denetleme, teknolojik kontroller) en pratik alışkanlıklar bile hukuki kısıtlamalar içinde. Bu durumda, fiziki izolasyon bu tip kısıtlama ve yasakların en basiti olarak durmuyor mu?