Osmanlı - Türk toplumlarının modernleşme sürecinde hep, bana göre, yapılan bir "atlama" vardır; bunu sol kanatlar da zamanında yaptılar ve bu söylem o günden bugüne yeniden üretildi. Şunu söylemek istiyorum: "Burjuvazi yoktu" önermesi çok eksik bir önerme olarak durmakta. "Burjuvazi" vardı; ama burjuvalar Müslümanlardan oluşmamaktaydı. Azınlık kavramı ise Osmanlı'ya, Zafer Toprak'ın ağızından alıntılarsam: "Sevres Anlaşması'yla" girmiş olan bir kavramdır: "Ekalliyetler". Ve bunlar şehirlerde yaşayanların büyük bir kısmını oluşturmaktaydı. Benim İstanbul'da St. Benoit yıllarıma (1968 - 76), kadar bile, az da olsa belli bir sayıda gayrimüslim burjuva nüfus vardı. Evleri ve kültürel değerleri burjuvaydı. Bunun gibi İstanbullu Müslüman aileler de vardı ve hâlâ da var olmaya devam etmekte.
"Türkleştirme" projelerinin İttihat ve Terakki'den beri sürmesine rağmen bu nüfus hâlâ mevcuttu. Bu süreci başlatan 1950'li yıllarda, 1948'de kurulan İsrail'e ve 1960 başları Yunanistan'a ve 1974 sonrası da yine bilhassa Yunanistan'a göç hikâyeleri vardır (bu anlamda; İnönü CHP'si Demokrat Parti ile askeri rejim ve Demirel (AP) ve de Ecevit (CHP) hükümeti içinde bir kopma değil süreklilik var gözükmektedir). Halbuki 2000'li yıllarda bir geri dönüş bile yaşanmıştı ki, Türkiye'nin ve bilhassa İstanbul'un siyasi ve ekonomik krizi bu geri dönüşü frenledi.
Bu bakımdan, burjuva ekini taşıyan bir kültüre bakıldığında, bana kalırsa, "kültürel sermaye" her zaman devreye giriyor (sosyolog Pierre Bourdieu'ye gönderme yaparak kullanıyorum). Aileden geçen bir terbiye ve medenileşme süreci demek bu, basitçe söylemeye kalkarsak. Bu süreci "Batılılaşmaya" bağlayan Türkiye'deki zihniyetin yanıltıcı ve ideolojik mecralarda dolaştığını düşünüyorum. Türkiye'de burjuvazinin ve okumuş eğitimli bürokrasinin gelişimini ve medenileşme sürecini hatırlamak ve anlamak için Bourdieu'nün "kültürel sermaye" kavramı burada çok ufuk açan bir kavram olarak durmakta hâlâ. Burada Plastik Sanatlar (bilhassa Osmanlı dönemi resim tarihi) ve edebiyat çok örnek öğe vermekte bize (Batılı züppe tipinin - bana kalırsa - Ahmet Mithat Efendi'nin, Felatun Bey ile Rakım Efendi klişesinin analizi başka bir yazının konusu olacak kadar önemli duruyor, modernlik ve aylaklık (flaneur) üzerine düşünüldüğünde).
Bir başka nokta ise Osmanlı - Türkiye Cumhuriyeti toplumunun sömürge olmamasının getirdiği bir özgüven söz konusu. 1980'lerdeki post - kolonyal teoriyi geliştiren entelektüellerin Hint toplumunun sömürge süreciyle Osmanlı - Türk toplumu arasında benzerlikler bulunsa bile (modernlik açısından) çok farklar var gibi durmaktadır. Sömürge olan ve olmayan toplumların davranış biçimleri ve dil ile olan ilişkileri çok farklıdır. Bir kere ana dil kullanmak ve sömürge dili kullanmak arasında geçen ilişkilerde hem avantajı hem de dezavantajı görmek gerekebilir. Hintlilerin İngilizce konuşarak kendi aralarında anlaşmaya başladıklarını düşünürsek, bu toplumda merkezileşmenin dilinin sömürgecinin dilini kullanmaktan geçtiğini görmekteyiz. Bu bugün açılma açısından dünya dili olduysa da, özgüveni kendi ana dilini kullanan ülkelerin vatandaşları kadar sağladığını düşünmeyenler arasında çok düşünür ve edebiyatçı var. Veya bu avantajı başka türlü kullanarak "kreolleşme" dili olarak melez bir dilin kullanımı da söz konusudur (Martinikli Edouard Glissant'ın tezi bu yönde Deleuze ve Guattari'nin Minör Edebiyat yaklaşımına aittir). Sömürge karşıtı mücadelenin içinden geçen bir dili kullanmış ve anti - sömürge olmayan ama iki dile ait bir kültürü melez bir kültürü ortaya koyan çalışmalara imza atmıştır, 2011 yılında 83 yaşındayken Paris'te ölmeden evvel.
Osmanlı - Türk kültürü ve tarihi üzerine çalışanların incelediği şekliyle, sömürgeci olmaktan çok işgal topraklarının kültürünü kendine mâl eden bir başka melez kültür burada karşımıza çıkmakta, sanırım. Arapça, Farsça ve Orta Asya kültür ve dillerini kendine mâl eden bir kültürün Farsçaya ve kültürüne verdiği önem aynı zamanda Balkan kültürünün etkisinde de kendisini gösterecektir.
Ve Batı coğrafyasının içinde, tabii ki şehir olarak Paris ile ilişkiler de benzer süreçtedir. Padişah Abdülaziz'in Paris'e iade - i ziyareti bir anlamda Paris merakının bir parçasıdır. Paris yazarları ve edebiyatçıları nasıl Osmanlı'yı merak etmektelerdiyse ve bir Doğu modası yarattıkları doğruysa benzer bir şekilde bu merakın da bir iade - i ziyareti olacaktır tabii. Biz bu seyahate Osmanlı kurumlarındaki değişiklikler açısından baktık hep. Ama bir de bunun edebiyata ve sanatlara olan etkisi var: Bu değişime, "Batılılaşma" olarak değil, "çağdaşlaşma" olarak Türkçeye çevrilen Niyazi Berkes'in kitabının adında olduğu gibi "sekülerleşme" olarak bakmak sanırım daha doğru olacaktır. Bu, çağdaş bir medeniyete ve kültüre doğru bakışı çevirmedir. Bu Rusya için olduğu kadar (Doğu coğrafyası toplumu olarak) İtalya veya Almanya için de geçerli olmuştur (Batı coğrafyasında da Napolyon savaşlarıyla 19. yüzyılın başlangıç yıllarında). Mısır'a kadar giden bir sömürgeleştirme hareketi aynı zamanda bir etkinin, sanatsal etkinin iki bakışlı karşılaşmasıdır. Etki tek taraflı değil; karşılıklıdır.
Merkezileşme unsuru olarak, Padişah Abdülaziz zamanında posta pulunun kullanılmaya başlaması bir merkezileşme işareti olduğu kadar bir sekülerleşme göstergesidir. Batı devletlerinde merkezi iktidarın kurulmasında postanın rolü birçok antropolog tarafından gösterilmiştir (Mesela Didier Gazagnadou'nun postanın merkezîleşmekteki rolünü gösterdiği kitabında Orta Asya göçebelerinin rolü ele alınmıştı; bu makale olarak Toplumbilim dergisinin ilk sayısında, 1992 yılında yayımlanmıştır). O halde, sadece Tanzimat Fermanı yoktur, arkasında yatan bir kültürel merak da vardır. Darülfünun (bugünkü İstanbul Üniversitesi) ve Darülmüallimat'ın (kız okulu) ve Mekteb - i maadin (Maden okulu) açılışı da bunun başka bir göstergesi olarak durmaktadır. Bu okullar bilim ve kültür alanlarıdır. Kültürel sermayenin başladığı yerlerdir. Ayrıca oğlu Şehzade Abdülmecid'in "Saray'da Beethoven" tablosu başka dikkat çekici sanatsal bir etki örneği olarak durmaktadır. Cedide hareketi içinde, Şinasi ile başlayan yeni edebiyat (Servet - i Fünun dergisi) 20. yüzyıla bu şekilde sekülerleşmeyle girmekteydi. Bunlar Batılaşma değil, Batı'nın, aslında her yerinde değil, Paris'te yaşadığı yeniliğin İstanbul'da cereyanı olarak düşünülebilecek hareketlerdir: "Kafiye göz için midir yoksa kulak için midir?"
Rus yenilgisi sonrası jurnallemeler, baskı ve sansürün etkisiyle, Meclis - i Meb'usan'ın kapatıldığı bir dönemde, sanata dönüş yenilik hareketini siyasi alandan sanat alanına taşımayı bilmiştir. Bu yenilik yeraltı bir hareket gibi çalışmaktadır. Ayrıntılarına bakmayı edebiyatçılar ve edebiyat tarihçiler yapmıştırlar zaten. Onların çalışmalarından yola çıkıldığında sosyolojik olarak orta sınıf ve esnaf çocuklarının bu yenilik hareketi içinde olduğunu gördüğümüzde kültürel sermaye bir kez daha gözümüze çarpmaktadır.
İttihat ve Terakki dönemiyle erken Cumhuriyet döneminin Balkan kültürü de gayrimüslim kültürü de bir aşk ve nefret ilişkisi gibi işlemekteydi sanki. Bir bakıma, kanımca, yanlış bir adlandırma olarak "Batılılaşma" çok genel bir bakışa yerleşmekte. Paris'te çıkan bir moda nasıl Roma, Londra veya Münih'i etkiliyorsa benzer bir şekilde Münih etkisi de Paris'e geri gelmekte veya Atina'ya, İstanbul'a kadar geç de olsa uzanmaktaydı. Plastik sanatlarda bunu görmekteyiz. İkili etki Alman ve Fransız olarak adlandırılan etki Fransa'nın Nice veya Nantes şehrinin etkisi değil, Paris'in etkisi ki bu etki Nice ve Nantes'a kadar uzanmaktaydı aynı zamanda.
O halde, Batılılaşma kavramı sosyolojik, sanatsal ve siyasi olarak "havada" durmakta (biraz da bu yanılsama Fransız - Alman kültürlerinin kendi aralarındaki ulusal savaşları nedeniyle milliyetçilik üzerine kurulu bir söylemin etkisini ve benzetmesini görmekteyiz, Osmanlı - Türk kültüründe de). Bu kadar genel bir bakışın aslında olmaması lazımdı. Ancak kısaca anlatmak için genel bir anlamda kullanılabilir; ama ayrıntılı bir bakışa çok ihtiyacı vardır. Batı da milliyetçiliklerin bir kültür politikasına kurban edilmesidir. Bu nedenle Batılaşma yanlısı veya Batı - karşıtı gibi kültürel ve sanatsal sözlerin tutunacak dalları sadece genel bakışa ait kalabilir. Olmakta ve yaşanmış olanı ıskalama rizikosunu taşır. Ya da Batı hakkında kaba ve genel bir bilgiyle kısıtlı bir bakışa ait olarak kalır. Batı homojen bir bütünlük olmadığı kadar her birisinin avangard merkezleri vardır. Sanatın ve sanat piyasasının merkezleri aynı yerler değildir ve olmamıştır, mesela. Moda hangi şehirde çıkmıştır? Felsefe hangi dönemlerde hangi şehirlerde gelişmiştir. Bize öğretilen ulus devlet sosyolojisi içinde sıkışıp kaldığımızda genelliklere bakmaktan başka bir şey yapamamaktayız. Sosyolojinin "kurumsal kurucusu" Emile Durkheim bize bunu öğretmişti. Genele bakmak sosyolojik yönteme ait değildir. O halde, genelliklerden ve homojenleştirmelerden uzaklaşmak demek, "Batılaşma" gibi genel ve kaba bir söylemden ayrılmakla benzer anlama gelecektir.
Neticede, Buridan'ın eşeği gibi, iki seçim (su ve saman kovası) arasında kalıp (Batılı - yanlısı ve karşı - batılı) yaratı ve eser yapma üzerine kurulu yaşamı unutarak ikili karşıtlık üzerine kurulu kültürel bir yok olmaya bırakılmak zorunda kalınacaktır.