İkinci defa mı yaşanmakta bazı olaylar. Bazısı gerçek bazısı ise postmodern bir simüakr. İçinden geçmekte olduğumuz zamanlarda gerçek-sonrası olan verilerin içinde yüzmekteyken bir simülasyon haline giren temsili demokrasinin yanılsatıcı kuralları yara aldığından beri, başka şekilde düşünmenin araçlarını bulmaya çalışmak, bugün, yanlış mı olur?
Jean Baudrillard 1990’lı yıllarda en çok okunan ve en ilginç bulunan düşünürlerden birisiydi. Onun çarpıcı analizleri hem çok açık hem de uçlarda gezen cinsindendi. Baudrillard eski bir Sitüasyonist olarak, Debord’un analizlerini başka yerlere doğru çekmesini bilmişti. Onunla ilk karşılaşmam Fransa’da değil, ama İstanbul’da oldu. 1993 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü onu konferans yapmaya çağırdığında, beni de davet etmişlerdi o akşam yemeğine; çünkü hem Fransızca konuşmuyorlardı hem de Baudrillard’ı önemli bir düşünür olarak Amerika referanslı bir şekilde çağırmışlardı; ama onu tam olarak ya okumamışlardı ya da pek anlaşılır bulmamışlardı. Ne de olsa Baudrillard "düşüncesinin bir tözü yoktu"! Onun yazıları klasik Felsefe Bölümü bilgisine ve araştırmalarına benzemiyordu.
Benim onunla ilk karşılaşmam sırasında, ikimiz bütün akşam yemeği boyunca Fransa üzerine konuştuk. O sırada, Fransa’da Sosyalist hükümet seçimleri kaybettiğinde, adı yolsuzluğa karışan 1993 Mart ayına kadar Başbakanlık görevini sürdüren Pierre Beregovoy, Paris’te bir ev satın alımı yüzünden adı skandallara karıştığından dolayı, utanmış ve 1 Mayıs 1993’te intihar etmişti. Günümüz dünyasının bu kadar skandal dolu yolsuzluklarında bir evin satın alınmasından utanmak bir siyasetçi için "onur meselesi" olmasını Baudrillard acıyla karşılamaktaydı (o dönemde Sarkozy, Barre gibi sağdan gelen siyasetçiler de onun davranışını "onurlu" bulmuşlardı).
Fransız yapısalcılık-sonrası felsefesi üzerine, 1988 yılında yazmış olduğum Tekil Düşünce kitabına (son baskısı Doğu Batı Yayınları) Baudrillard’ı koymamıştım. Ama, onun kitaplarının birkaçını okumuştum. Deleuze ve Guattari ve Foucault ile onu kıyaslamak istemiyordum. Bugün baktığım yerden ise, onun ne kadar önümüzde, ilerilerde bir yerlerde durmuş olduğunu ve nerdeyse bir bilim-kurgu yazarı olarak bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bir bakıma hâlâ yazdıklarının içinde durmaktayız.
Sadece ölüm ve özgürlük fikri konusunda tereddütlerim var; çünkü bu konular üzerine Orta Çağ mistiklerine yaklaşmakta olduğunu düşünüyorum. O zaman da buna benzer bir bakışım vardı. Ama, yine çok merak duyduğum bir çağ olarak Ortaçağa ait başka bir düşüncesi bana çocukluğumdan gelen şövalye ahlakı duygusunu vermekteydi. Bu görüş, asil olmanın egemen olmak anlamına geldiğini vermekteydi belki, ama kölelerine hükmeden hükümdar olmaktan da uzaktı. Asalet başka bir kahramanlık duygusuna aitti: Ölüm karşısında insanların gösterebildikleri duruşun asilliği. O halde asil (noble), asil olmayan bir aşağılık (ignoble) olma durumunun karşısına yerleşmişti.
Asalet, o halde, sınıfsal (aristokrasi) bir terim değil, ölüm karşısında insanın aldığı cesur tavra bağlıydı. Ölümden korkmamak, zaten belki de çocukların oyunlarındaki en asil tavrı onlara aşılamaktaydı. Hayat boyu bu duyguyu taşımak için sınıfsal olarak da, belki hayatta şanslı olmayı gerekebilmektedir (ekonomik imkanları el veren bir durumda olmayı gerektirebilir); çünkü daha sonra hayat yetişkin olmak üzere insanları daha okuldan başlayan ve iş hayatına giden bir şekilde, icabında yalan söylemek, etrafını kandırmak, kazık atmak, "yırtmak" gibi fillere bağlamaya başlamaktadır. Asalet, sadece çocuklukta kaldığında, o zaman, kazanç ve kâr sağlama cesaretin yerine "realite adı altında" yer almaya başlamaktadır.
İnsanlar "neden kazanç için özgürlüklerinden vaz geçerler?" sorusuna, bir de "üstelik neden kendi köleliklerini arzulamakta ve başkalarının da köle olması için bu kadar çaba harcamaktadırlar?" sorusu eklenebilir. Bu soru tarih boyunca çeşitli düşünürlerin sordukları sorudur: Sokrates’in boyun eğmeyen duruşuyla "kendini tanımaktan" başlayan bu duruş, Etienne de la Boetie, Spinoza ve daha modern zamanlarda Clastres ve Deleuze ve Guattari’ye kadar giden bir tutumdur. Bugün bu soru hâlâ üniversitelerde tez konusu olmaya devam etmekte.
Baudrillard, hayatının son zamanlarında önemli bir konuya parmak basmıştı: 2005 yılındaki metninde, baskın (dominant) ile hegemon arasında tarihi bir ayrım yapmaktaydı. Bu ikisi arasında görmüş olduğu fark, açık bir şekilde, ifade edilmekteydi. Bir yanda, baskı kuran ikili bir ilişki vardı (baskılayan ve baskılanan); bu ikili karşıtlık ilişkisi köle ve efendi diyalektiğine dayanmaktaydı. Hegel’in arkasından bu ikili karşıtlık ilişkisi, Marx ile "sınıfsal mücadeleye" dönerek modernlik paradigmasının siyasi yapısını belirlemekteydi (burjuvazi/sermaye ve İşçi sınıfı/emek). Diğer yanda, hegemon, hem Gramsci’ye bir gönderme yapmaktaydı, ama hem de başka şekilde kavramsallaştırılmaktaydı. Hegemon olan yönetendir. Ama baskın olan veya baskı kurarak sömüren anlamına gelmemektedir. Modern sibernetik ile alakalıdır; yani yönetme sanatı demektir. İkili işleyen baskın ilişkisine bağlı değildir. Hegemon değiştirilebilir, dönüşebilir bir ilişkiyle işlemektedir. Köle ve efendi gibi hukuki olarak kölenin efendisinin veya serfin senyörünün bedenine hukuki şekilde bağlı olduğuna bağlı olarak işlememektedir. Bu anlamda "kişisel" değildir. Belli bir insanı veya sınıfı değil, belirsizlik içinde özneleri birbirlerine bağlamaktadır. Onları özneleştirmektedir. Kimliklerini belirleyerek onları sınıflandırmaktadır. Bir anlamda, ikili bir hale sokulan toplumlarda post modern hegemon ile modern baskının hakimiyet ilişkisi arasında fark vardır. Baskın dışarıdan yapılan bir baskıyla, hegemon ise içselleştirilmiş bir hakimiyet ilişkisiyle gelişmektedir. Baudrillard bu dönüşüme "iktidarın ıstırabı" adını vermektedir.
İlkinde siyasi olarak; devrim, yasak aşma, ihlal etme, karşı çıkmanın dışarısıyla mücadelesi söz konusudur; ikincisinde ise ters çevirme, içselleştirme öne çıkmaktadır. Baudrillard hegemonyayı bir beyne benzetir. Bunu biyolojik anlamda kullanmaktadır. Ve, nerdeyse bugün çok kullanmakta olduğumuz bir nosyona ait durmaktadır: Yapay zekalar. Bir bilgisayarın beyni gibi işleyen hegemonun iktidarı diğer organları veya siyasi bürokrasiyi merkezden yönetmek istemektedir. Tek olan bir hükmetme biçimidir. Ve modernlik projesinden ayrılmaktadır, bu anlamda. Sibernetik ve post modern dönemlere ait bir siyaset biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.
Hegemon bu anlamda post-truth dönemine aittir; çünkü simülasyon dünyasının değerlerini kullanmaktadır. Karnaval dünyasına aitmiş gibi bir eğlence toplumunu hedeflemektedir: Eğlence üzerinde hakimiyet kurma. Bu eğlencenin en güzel aleti de önce televizyon sonra da bugün dizilerle işleyen özel kanallardır (Politikacı televizyon dizisi bu durumu en yüksek noktasına taşıdı). Değerler mizah dünyasına aittir. Hokkabazlık siyasetin bir parçası haline gelmiştir. Yaparmış gibi yapmak, söylemlerin arasında uyum eksikliğini özellikle sürdürmek ve aslında belki de en önemlisi toplumu bir bütün olarak göstererek, onu bölmek eğlence siyasetinin parçası olarak durmaktadır. "Genel irade" demek kolektif olmayan irade olarak idareyi işlerliğe sokmak demektir. Gerçek değerler üzerine işleyen baskın iktidarların karşısında, hegemonun iktidarı sembolik bir tasfiyeyi ortaya koymaktadır. İşaretlerin gerçek değerlerinin yerine, işaretlere tekabül eden anlamların her an akıcı ve akışkan bir halde soktuğu, değiştiği, değerlerin anlam dışı dalgalanmalarını öne sürmektedir. İşaretlerden parodiler ve maskaralıklar ortaya çıkarmaktadır. O kadar parodi doludur ve o kadar tarihin tekrarından bir fars ortaya koyar ki, Baudrillard burada artık farsın kendisinin tarih haline gelmekte olduğu saptamasını yapar. Marx’ın "tarih tekrar ettikçe farsa dönüşmektedir" önermesini "fars tekrar ettikçe tarih haline gelire" çevirerek, sanki şaka dünyasının kalıcı hale gelmesinin çekincesini ifade etmeye başlar. Küreselleşme, bu anlamda küresel iktidarın hegemonyası olarak, insanlığı simülasyonun iktidarına teslim etmektedir.
Gerçek sonrası popülizm olarak ifade edilen siyasi vaziyete çok erken safhalarında işaret eden, 2007 yılında kaybettiğimiz Jean Baudirllard’dan hâlâ almaya devam edeceğimiz okumalarımız var (Oğuz Adanır’a Türkçe çevirileri için teşekkür borçluyuz). 21. yüzyılda, "kültürün yamyamlaşmaya" başladığı kinik bir dönemde, Baudrillard yabancılaşma, karşı çıkma, devrim gibi hareketlerin kadim dünyaya ait olduğunu yazmaktaydı. Bizi, başka yollar aramaya çağırmaktaydı. Küresel dünyanın hegemonik durumunun "birer rehinesi haline gelindiğini" ifade etmekteydi. Eski formlara dayanıldığında, yeni hegemon iktidar biçiminin karşısında aciz kalınacağını öngörmekteydi. Şaka gibi duranların illüzyon dolu "virtüel bir gerçek" olduğunu, bu şekilde, göstermekteydi.
Ekonomi, temsili demokrasi ve metafizik birer illüzyon haline girmişti artık! Buradan bir sonuç çıkarmak doğru olmaz belki; ama bizleri düşünmeye iten bir hikmet çıkabilir.