İki aya yaklaşan bir süredir dünya savaşı izliyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı korkunç görüntüleri vermekte. Sosyal medya ve izlediğimiz haberlere baktığımızda daha neleri göreceğiz, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, diye endişelenmekteyiz. Bir yandan, sivil insanlar, garlar ve kaçmaya çalışanlara vurulan darbeler. Tren garından kaçmaya çalışan sivillerin üzerine atılan füzeler. İşini, evini, arkadaşlarını, kocasını, oğlunu terk ederek göç etmek zorunda kalanların göz yaşları vuruyor insanlığın kalbini. Bu nasıl kabul edilebilir?
Diğer yandan ekonomik krizin artık dayanılmaz etkisinin altında ezilen fakir ve hatta orta sınıf insanların savaş veya Avrupa gibi kavramlara olan vurdumduymazlığının arttığını görüyoruz. Sosyal, ekonomik ve siyasi krizin yarattığı bir durum içindeki Avrupa Birliği ülkeleri vatandaşlarının, sadece kendi dünyalarına ait sorunlarla işleyen rasyonelliklerinin ardında “Avrupalılık” kavramı ancak milli sınırların içinden geçildiğinde bir anlam taşımakta sanki.
1980’li yıllarda başlayan krizden bugüne, Avrupa Birliği’ne giren ve giremeyen ülkelerde ortak sorunlar yaşanmakta. 1970’lerde, Fransa-Almanya ikili ittifakın ortaya koyduğu yol bugüne kadar gelebildi; ancak artık tökezlemeye başladı, geçmişte alınan yol yön değiştirmekte. Başka yollara doğru dönen bir nüfus insani değerlerden çok ekonomiye bakmayı tercih etmekte görünüyor. Alım gücünün düşmesi, hayat pahalılığı, enflasyon ve ikinci olarak Türkiye gibi milli para biriminin değerinin düşmesiyle birlikte ithal ürünlerine bağlı bir ekonominin sıkıntıları, gaz ve elektrik sıkıntılarının ortaya çıkmasıyla birlikte, hayatın kendi sorunları, idealleri ve komşuların sorunlarını bir yana bıraktırmakta.
Batı’da misafirperverliğin sonuna gelmiş vaziyetteyiz. Ukraynalılar için gösterilen yardımseverlik bile insanların deri ve göz renklerine bakılmaya başlandığında ırk meselesi öne çıkmaya başlamış demek anlamına gelmiyor mu? Bir zamanlar sanayii kapitalizminin emek gücü olarak çağırdığı misafir işçilerin değişen koşulların getirdiği nedenlerden dolayı Batı ülkelerinde kalıcı olmaya başlaması sürecinde gelinen noktada yerli vatandaşların “yabancı” olarak baktıkları insanların deri renkleri sorun olmaya başladığında, Arap ve Müslüman değerlerin Batılı kültür değerlerine yabancılığı vurgulandığında, ırkçılık tam da siyasi söylemin ortasında yer almaya başlıyor. Aşırı sağ partilerin bütün Avrupa dünyasındaki üç sorun olarak ileri sürdükleri tam da bu şekilde ifade edilmekte: Güvenlik, yabancı göçü ve İslam sorun olarak birbirlerine eklemlenmekte.
Kozmopolit bir Avrupa içinde çok kültürlü ve çok dilli dileklerin sonuna mı gelinmekte? Daha yirmi yıl evvel birleşme, iki veya çok kültürlü olmanın avantajları sıralanmaktayken bugün ekonomik sorunlar bu söylemlerin önüne çıkmaya başladı sanki. Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde, Macaristan’da illeberal söyleminin ismi olarak anılan V. Orban’ın açık farkla seçimleri kazanmasıyla birlikte Avrupa Birliği karşıtı bir tavrı, Rusya’ya destek veren söylemi birdenbire Macar milliyetçiliğinin eski Doğu Blok’una olan borcu olarak mı algılanacak? Veya Macron’un Fransa’da halka uzak gibi durması, onun Fransızların sorunları yerine uluslararası sorunlarla meşgul olması (Avrupa Birliği, Putin Rusya’sı ve Ukrayna savaşı) aşırı sağa ve hatta aşırı sola oy atanların ona bakışını belirlemekte değil mi? “Milli halka uzak olana oy yok mu!”
Rusya ile Avrupa arasında başlamış olan sözel düellonun trollerle birlikte gündeme geldiği bir dönemde, Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açması vaziyeti iyice açığa çıkarmakta. Çeçen milis güçlerinin Ukrayna’dan attıkları görüntüler sivillerin katledilmesinin ardındaki perdeyi mi aralamakta? Yahut medya savaşları içinden geçen iki tarafın birbirlerini suçladıkları ve imajların gerçek mi yoksa sahte mi olduğu sorusunun akıl karıştırdığı bir dönemde, neyin hakikat neyin yalan olduğunu anlamakta zorlanan insanların, olmakta olanlara gözlerini ve kafalarını çevirmeye başlamaları vahim bir durumu beraberinde getirmekte. Le Monde gazetesinin geçenlerde vermiş olduğu haberlerden birinde Kadirov’un özel askerlerinin, propaganda mı yoksa sahte haber mi olduğu sorgulanan bir dönemde, Çeçen milislerin fotoğrafları dehşet verici. Propaganda imajlarının korkutucu görüntüleri dehşet salmakta medya dünyasında.
Zor bir dönemin içine girdik. Refah, tüketim, ithal malların sıkıntısı son otuz yıldır yaşanan göreli olarak rahat bir yaşamın sonunu mu belirlemekte bugün. Aşırı sağ partilerin her yerdeki atağı, gelecek değil ama geçmişi hortlatmaya çalışmakta değil mi? Nostaljik bir milliyetçilik İkinci Dünya Savaşı’ndan beri unutulanları geri mi getirecek? Neo-Nazilerin görünürlüğünün artmasının ardında, liberal sosyal demokrat siyasi partilerin bile sağa kayan neo-liberal ekonomik görüşlerinin bir etkisi yok mu? Bu küreselleşen neo-liberalizme karşı özellikle milli hareketlerin yükselmesi, fakirlerin ayaklanma istençleri allak bullak olmuş bir siyasi arenayı göstermiyor mu? Mücadele artık komşulara ve yabancılara karşı mı olacak? Bu çok tehlikeli bir durum; üstelik de bütün bu ülkelerde yılların getirdiği iç ve dış göçe eklenen son on yıllık savaşlarla birlikte daha çok göçmenin başka ülkelere gitmeye çalışıp oralarda tutunma çabalarına da baktığımızda rizikoyu tahmin edebiliriz. “Ne yapmalı?” sorusuna cevap bulmak zor da olsa, belki de “ne yapmamalı?” sorusuna yaslanabiliriz, her şeye rağmen geçmişte yaşananları unutmadan, aktararak ve akılda tutarak!