Günümüzde dengesizliğin hakim olduğu bir dönem yaşamaktayız; herkesin dikkat çekmekte olduğu gibi, kaos ve belirsizlik üzerine kurulu denklemlerin hakim olduğu insan ilişkileri ve uluslararası ilişkiler dönemini yaşamaya doğru yön aldık. Neredeyse, bunun, günümüzün kuralı olduğuna inanmaya bile başlayabileceğiz. Doğa ile ilişkilerimiz değişmek zorunda kaldığı gibi, insanların birbirleriyle ilişkileri de gerçek dışı olmaya başladı. Her lafın arkasında yatan bir 'gizli güç' aranmaya başlandı. 'Algı yaratmak' kavramı içinde konuşulup gidiliyor.
Doğada yangınların korkunç görüntüsü, hayvanların katli, depremlerin gündeme geldiği bir panik dünyası kaplamakta her yeri. Siyaset de bundan payını almış görünüyor. Neyin nerede olduğu, hukuk ve kanunlar arası sıkıntılar, doğru mu yoksa yanlış mı? Ne olduğu belirsiz bir 'gerçek-sonrası' dünya içinde yaşayıp duruyoruz. Basit, gündelik yaşam içinde geçen bir konuşmadan uluslararası siyasete kadar bu kaotik vaziyet içinde, belirsizlik içinde artık düşünmeye bile imkanımız kalmadı sanki; çünkü denklemler o kadar oynak ve o kadar şaşırtıcı ki, bir anda nerden geldiğini bile bilemediğimiz bir etkinin yaşam şartlarını değiştirmeye başladığı fark ediveriyoruz.
Kozmos ile ilişkilerimiz de bu şekilde gelişmekte. Sanki dünyanın belirli tarihi dönemlerinde, her şeyin değiştiği bir zaman birimi içinde, insanın alışık olduğu değerleri kaybettiği bir döneme benzeyen bir çağ içine girdik! Tarihi olarak uzun dönem tarihçiliği bize bu dönüşüm evrelerinin ne kadar uzak bir zamana yayıldığını gösterdi. Braudel ve Wallerstein’ın 'coğrafya tarihi' veya 'ekonomi-politik' tarihi bize bu inişli çıkışlı ve yer değiştiren bir 'sapma veya kayma' teorilerini anlattı durdu yirminci yüzyıl boyunca. O dönem 'yapı ve sistem' teorileri dönemiydi.
Uzun süreli ve kalıcı etkileri olan ilişkiler, bir anlamda, hem felsefeyi hem de sanat tarihini ilgilendirdi. Eski Grek öğretilerinin Mısır ile ilişkileri Rönesans dünyasını canlandırmaya doğru sürüklemişti. Rönesans ressamlarının ve düşünürlerinin neo-Platoncu düşüncesi ile karışan 12. yüzyıla ait Kabala öğretisi, bir de simya ve sihir dünyasıyla karışmaya başladığında, Ficino, Mirandola, Copernicus, Bruno vb. gibi düşünürlerle evren teorisi sarsılmaya başlamıştı. Dünya merkezli bir felsefi ve bilimsel anlayıştan güneş merkezli bir evren düşüncesine doğru giden bilimsel dönüşüm, insanın tabiat ve inanç ile ilişkilerini dönüştürmeye başlamış oldu. Güneş merkezli düşünce ise, kendi dönemini Musa Peygamber zamanında yaşadığı düşünülen Mısırlı düşünür ve astronom Hermes Trismegistus’a kadar taşımaktaydı. Uzun dönem tarihi, bu anlayış içinde, yeraltından yüzyılları birbirlerine bağlamaktaydı. İnsan, kendisini kozmos içinde mikro bir alana yerleştirmeye çalışmaktaydı. Bu dönem Rönesans’ın 'insan merkezli bakışını' da, perspektif kurallarının insan boyutundan hesaplanmasıyla birlikte, yeniliğe doğru sürükledi. Perspektif; Alberti’ye göre, pencereden bakan bir insanın yüzeyin merkezinde bulunan 'kaçış çizgisi' ile birlikte, Öklid geometrisi kurallarına göre bir üçgen anlayışını geliştirdi. Yüzeyde üç boyutlu geometrik bir illüzyon, resmin kuralı olarak kullanılmaya başlandı. Bu, sadece, teknik bir gelişmeydi. İçerik güneş merkezli ve sonsuzluğa doğru açılmaya başlayan fiziki anlayışı, sanatçılara verdiğinde, bilime dayalı yeni bir hayal gücü kendisini göstermeye başladı. Leonardo’yu da Rafaello’yu da bu şekilde anlamak ve okumak gerekecektir. Sihir ve astronomi ile bilim ve felsefe 'ana kaynağı' araştırmaya doğru yöneldi.
17. yüzyıl bir başka yeniliğe açıldı. Descartes ile şüphe üzerine kurulu bir düşünce Fransa’da ilk olarak medeniyet değişikliğine yol açtığında, Kartezyen düşünce artık eskimiş olarak duran Platon’cu veya Aristoteles’ci düşünceye sırt çevirmeye başladı. Modern düşüncenin başlangıcı olarak başlayan 17. yüzyıl Klasik Çağı içinde; ruh ve beden arasındaki anlayış, ya bir yana ya da diğer yana doğru çekilerek, akıl ve tutku ile tutarsız bir denge yakalayabildi. Sempati ilişkileri, töz ile sıfatları arasındaki bağlar kadar genişledi. Optik düşünce de sanatlarda bir dönüşüm geçirmek üzere yol aldı. Eski Greklerde insan gözünün içinden kaynaklanan ışık anlayışı, dışarıdan gelen fiziki ışık ile yer değiştirdi. Işık teorisi Newton ile başka bir fiziki anlayışa dönüşmesine rağmen, Goethe’nin renk anlayışı hâlâ 'ilahi ışığa' bağlı olarak işlemeye devam etmekteydi. Tarih gel-gitler içindeydi. Bunun yanında; Gül ve Haç tarikatının ışık teorisi, eski bilgiyi modern zamanlara doğru taşımaya çalıştığında, Masonluğa kadar uzanacak olan 'ilahi ışık' bilgisi sekülerleşme yolunu bilimsel düşünceyle birleştirmek isteyecek ve Fransız ihtilalinin heyecanına kapılacaktı. Modern siyasetin gelişimi, genelde edebiyata bağlanılmasına rağmen bilim, astronomi, simya ve sanat düşüncesini içinde taşımaktaydı.
Bugün, yazının başında da belirtmek istediğim gibi, yeni bir döneme doğru uzanmaktayız. Kaos teorisi olarak adlandırılan bugünkü fizik anlayışı, eski dönemlere göre zamanın geçmiş ve gelecek arasında kurduğu bağ zihniyetini bırakmaya başladı. Kimya Nobel ödüllü (1977) Rus kökenli İlya Prigogine’nin çalışmalarında bu bilgiyi takip ediyoruz. Kuantum sonrası anlayışla, bizim bakış açımızı değiştirmeye başlayan sadece belirsizlik değil, bir de tersinmezlik düşüncesi hakim olmaya başladı. Yani; bu, geçmişi değiştirmek üzere yapılacak adımların, gerek doğada, gerek siyasette, gerekse de düşüncede geri dönülemez hale gelmesi anlamına gelmekte. Bir bakıma, iyileştirilemez olana doğru yön almaktayız. Yapılan her hata bir felaket ile sonuçlanma rizikosu içermekte artık. Mikroskopik bir kaos makroskopik bir kaosu tetikleme gücüne sahip olmakta.
Bu demektir ki, dünyamız stabil bir dünya olmaktan uzaklaşmaya başladığı gibi, düşüncelerimiz ve tutkularımız da benzer bir şekilde oraya ve buraya doğru sürüklenmektedir. Stabil olmayan bir dönemde sosyolojik anketlerin ne kadar verimsiz olduğunu düşünebiliyor muyuz? Kuantum mekaniği ile klasik mekanik arasındaki ayırım, sarkaçlı saatlerin stabil haliyle işleyen bir zaman fikriyle, her şeyin türbülanslara bağlı olduğu bir zaman fikri arasındaki fark gibi işlemekte. Bir gök cisminin muntazam hareketlerinin yerine, her şeyin türbülansa girdiği, kendi kuvveti dışında nereden geldiği tam olarak saptanamayan başka kuvvetlerin etkisinde sarsıldığı düzensizlik hali bugünün bilim dünyasını işler hale sokmakta. Rönesans içinde, zarfını yırtan kapalı bir espas anlayışı nasıl sonsuzluk düşüncesiyle birlikte diferansiyel hesap olarak adlandırılan matematiği bize armağan ettiyse, bugünkü kaos teorisi de tersinmez olan bir anlayışı bize sunmakta. Doğanın kurallarını anlamak için yeni formüllere yaslanmak zorunda olduğumuz bir döneme girdik.
O bakımdan, şu anda iki kültürlü bir iletişim içindeyiz. Matematiğin yüce estetiği (Shakespeare) ile matematiğin hümanist anlayışı (Rönesans) arasında gidip gelinmekte. Doğa anlayışı eskiden determinist bir tasvir anlayışıyla işliyordu. Halbuki bugün tersinmez anlayışıyla nedensellik ilişkisinden uzaklaşmaya başladık. Belirsizlik ve tersinmez kaosu beslemekte. Doğadaki her nesne karmaşık nesneler olarak gözükmeye başladı. Kompleks Teorisi bize sosyolojide bile kompleks sosyolojisini göstermekte (E. Morin). Eskiden Fizik basit, Beşeri Bilimler ise karmaşık olarak nitelendirilirdi. Bugün bu ayrım arkamızda kalmış durumda. Sosyoloji, o bakımdan, sezgisel bir sosyolojiye doğru yol almakta. Heterojen ve stabil olmayan bağlar içinde yüzmekte. Zaman anlayışları değişti, çünkü. Zaman mekanın üzerinde bir yere yerleşmeye doğru yön almakta. Kaybedilenin arkasından sadece bakabilen bireyler haline girdik : Sendikaların durumu ve kazanılmış hakların istenci.
Tersinmez olan zamanın kendisi artık. Eskiden Kronos’un zamanında olduğu gibi bugün de 'zamanın oku' akıp durmakta: Bir belirsizliğe doğru. Prigogine, belki de Gilles Deleuze’den yola çıkarak, 'Varlık' ve 'Oluş' arasında bir fark ortaya koymakta. Bu, sanki 'gerçek' ile 'yanılsama' arasındaki fark gibi okunabilmekte. Sürekli olanı bulmak, Platon’dan beri, stabil olan bir anlayışın kurucusuydu: Başından sonuna dönüşür gibi duran, ama değişmeyen üzerine bir anlayış. Olay fikrinin burada etkisi yoktu. İlahiyatçılar buna cevap aradılar durdular. Ancak bugün tersinmez anlayışı olay felsefesine bağlı olarak işlemekte. Her yeni olay bizi yeni bir duruma sürüklemekte. Beklenmedik olan olaylar karşısında dengemizi yitirmiş vaziyetteyiz. Riziko toplumu, bu anlamda, doğru bir tespit olarak durmakta. Cinnet toplumu haline gelen toplumlarımızın vaziyeti stabil olmayı kaybetmekten kaynaklanmakta. Kurduğumuz hayallerin artık neden sonuç ilişkisi yok! Hep sapma yapmakta olan fiziki bir teorinin içinden geçmekteyiz. Elimizde tuttuğumuz şeyler kayıp gitmekte ! Einstein 'fotonların emisyon zamanı rastlantıya bağlı kalmıştır' diye yazmıştı. Fransız filozof Louis Althusser, 'Tarihi Materyalizm' ve 'Diyalektik Materyalizm' anlayışından çıkıp 'Rastlantı Materyalizmi' kavramına yaslanmıştı; çünkü düşüncesi sapma ve stabil olmayan bir düşünceye doğru evirilmeye başlamıştı.
O halde yaşadığımız süre içinde; siyasi, ekonomik, doğal, sosyolojik, ekolojik, ne olursa olsun, yapmakta olacağımız projeler veya programlar için, bunlara 'ne kadar zaman stabil olmaya imkan yaratabiliriz?' sorusu içinde hareket etmek zorundayız.
İşimiz zor; ama bir de rizikolu projelere doğru gitmek daha da zorluk çıkartacaktır bizlere. Temkin, düşüncenin belki de en eski kuralı mıdır? 'Tersinmez olan Kaos teorisinde, temkinli düşünmek?' belki de, bugünün temel soruları arasındadır?