T24 teki son yazımda La Boétie’nin önermesinden söz etmiştim. “Neden insanlar özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını savunmak yerine…” olarak özetleyebileceğim sözünün anlamı neden bu insanların kendi çıkarlarını görmek yerine, ezberlenmiş sözleri klişe gibi tekrarlamakla yetinmeyerek, aynı zamanda kendi çıkarlarını, yani özgürlüklerini ortaya koyarak savunmaya kalkan başkalarına ket vurmaktadır? Neden özgürleşmek isteyenlere engel olmaktalardır bazı insanlar? Bunu anlamak çok kolay değil.
Bazılarının kolay olsun diye, bazılarının kendi çıkarlarının nerede olduğunu bilmemekten ve görememekten, bazılarının özgürlüklerin karşılığını kendilerinde göremediklerinden ve başkalarının görmesini belki de kıskandıklarından, bende yoksa onlarda da olmasın gibi “kötülüğün sıradanlığından” kaynaklanan bir tavırla yaşamayı tercih ettiklerinden, bazılarının özgürlüğü kendisini kuvvetli insanların eline bırakmayı yeğlemesinden, bazılarının kendi inandıklarının kuvvetinden korktuklarından, bazılarının ise, en basit hâlinde, “akıllarına başka bir şey yapmak gelmediğinden” dolayı böyle davranmakta olduklarını, hatta örnekleri daha da çoğaltmayı deneyerek sonsuza kadar giden bir argümantasyonu art arda sıralayarak devam edebiliriz.
Ama bu nedenleri sıralamak da yeterli durmamaktadır. Biri kendisinin, bu şekilde kuvvetlinin yanında olduğunda daha rahat edeceğini, isterse o kuvvet ona istediği zaman zarar verecek olsa bile, yine de o kuvvete bağlı bir şekilde yaşamaya yönelip, bunu tercih edeceğinden dolayı “sıradan bir kötülük” yapmayı kabul edebilmektedir. Burada eksik olan bir ahlak mıdır? Kant’ın “kategorik imperatif” olarak kabul edeceği bir ahlak eksikliğinden midir? Buna bağlı olan bir davranışı mı tercih edecektir insanlardan bazıları? Ahlak nedir? sorusunun sadece manevi bir karşılığı olacağını düşünenler yüzünden midir yoksa? Neden biri kendisinin serbestçe, aklına ve yaşam tarzına uygun düştüğünden dolayı değil de başkaları öyle yapıyor diye başkalarına benzemek istemektedir? Başkalarının yaptığı hataları veya kötülükleri gördüğü halde bir insan nasıl bu kötülüğe bağlı kalmayı bir yaşam şiarı haline sokabilmektedir? Kötü bir dünyada yaşadığımızı bile isteye bu hayat nasıl sürdürülebilir? Vicdan artık kullanılmayan bir kelime midir? Vicdan azabı çekmek artık bugünün toplumlarında varlığını terk mi etmiştir. Vicdanın sızıları kalpleri rahatsız etmez mi?
Varoluşçu felsefenin modern kurucusu olarak kabul edilen Sartre’ın bir sözü geliyor aklıma: “İnsanın doğası olabileceği gerçeğini reddetmiyorum, yani ilk olarak doğasından kaçabilen ve otantik yaşamanın tersini tercih edenlerin var olabileceğini kabul edebiliyorum” diyordu özetlemeye kalkarsam. Ama hemen arkasından da bu tip bir doğanın “kendi için” olanı yıkıma sürüklediğini ileri sürmekteydi. Bir insan “kendi için” olanı değil de, doğası gereği diye düşündüğü başka kötü örneklerin tekrarını yaşamayı tercih ettiğinde acaba “kendinde olanı” yanlış bir bilince doğru sürüklediği için mi bu kadar kötülüğü vurdumduymaz bir şekilde tekrarlayabiliyordur? Varoluşun kökeninde otantik olmayan mı yatmaktadır? İnsan doğası otantik ve özerk bir şekilde kendi doğasını kurmak yerine ona verilenlerle yetinmek durumunda mı kalıyordur? Bundan dolayı mıdır bir insan kendi özgürlüğünü ve çıkarını düşünmek yerine ve hatta başkalarının kendi özgürlük mücadelelerini de kıskanıp, onları engellemeye kalkıyordur?
Seçim yapmak buradan mı oluşmakta? Bu insan doğasının kendisini kuramadığından mı? Kendi kuramadığının başkalarında da olmaması gerektiğini kıskanç bir şekilde düşündüğünden midir? İnsanın dünyaya fırlatıldığını ileri süren bir varoluş düşüncesine göre, kendi ortamında çabalayan insanın kökeninde bu vaziyetin var olduğunu mu hatırlamak zorundayız? Ne zaman bir insan otantik olarak yaşamaya başlayabilecektir ve çıkarlarının nerede olduğunu görebilme yetisine sahip olabilecektir? Yani var olmanın otantik bir arzusuna nasıl sahip olabilecektir?
Belki ancak buna benzer soruları çoğaltarak sorabilen bir insanlık, içinde doğduğu doğa ile barışık bir şekilde tüm canlılarla birlikte her birinin ortak çıkarlarını göz ardı etmeden, somut bir durumda, yaşamaya yeniden kabil olabilecektir. Olabilecek midir?
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |