AİHM'in Türkiye'ye karşı son yıllarda açılan davalardaki yaklaşımını yakından takip edenler şunu bilirler: Mahkeme son dönemdeki insan hakları ihlallerinde Türkiye'ye normalinden çok daha müsamahalı davranıyordu. Hatta bu nedenle Mahkeme birçok insan hakları hukuku uzmanı tarafından da ciddi biçimde eleştiriliyordu.
Bunun birkaç somut ve pratik nedeni vardı:
İlkin, darbe girişimi süreci ve ayrılıkçı terörle bağlantılı olarak Türkiye'ye karşı açılan çok sayıda davada acele edilerek verilecek spekülatif mahkûmiyet kararlarına Türkiye'nin siyaseten vereceği radikal bir tepki ile AİHM/AİHS sistemi hatta Avrupa Konseyi'ne aidiyetini gözden geçirmesi riskinin göze alınamaması. Bu tür radikal mahkûmiyet kararlarının aksi tesir yapıp Türkiye'yi Avrupa'dan ve Avrupa demokrasi standartlarından bütünüyle koparıp iyice Ortadoğu'ya doğru itelemesinden çekinilmesi.
İkinci olarak, Türkiye'nin sistematik insan hakları ihlallerinin bu yolla yargısal açıdan en üst seviyede tescillenmesinin Türkiye'den Avrupa'ya gelen/gelecek Suriyeli ve diğer göçmen dalgasında illegal göçmenlerin Türkiye'ye iadesini hukuken riske etmesi (zira ciddi insan hakları ihlalleri olan ülkeye hukuken insan iadesi yapılamaz). Bu sonucun ise tüm Batı Avrupa ülkeleri iç siyasetlerinde çok ciddi krize yol açma riski.
Üçüncü olarak ise, zaten büyük bir işyükü altında olan Mahkeme'ye bu vesileyle daha fazla başvuru yapılmasını teşvik etmeme.
AİHM'in yeni duyurulan Kavala/Türkiye kararını okuyunca Mahkeme'nin bu son yıllardaki genel eğilimine göre çok önemli bir değişiklik gözlemleniyor. Bu dava emsal alınarak son dönemde Türkiye'deki haksız tutuklamalara ve ifade özgürlüğü ihlallerine karşı çok sert bir uyarıda bulunuluyor. Hatta daha da ileri gidilerek, Kavala'ya yapılan bu haksız muamelenin ülkedeki tüm insan hakları savunucularının illegal biçimde susturulmasına yönelik emsal bir tehdit oluşturduğu suçlaması yapılıyor. Davada Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri'nin Türkiye aleyhine müdahil olması da işin ciddiyetini ayrıca artırıyor.
Karar gerçekten çok düşündürücü. Yenilir yutulur cinsten değil. Keşke bu noktalara gelmeseydik. Dünya aleme rezil olmasaydık. En azından keşke Anayasa Mahkemesi duruma zamanında vaziyet edebilseydi ve işler bu noktaya gelmeseydi (AYM, 5'e karşı 10 oyla Kavala'nın tutukluluğunda hukuksal sorun olmadığına hükmetmişti).
Ama asıl sorulması gereken soru şu: Kavala'nın asıl suçlandığı konuda (Gezi Parkı protestolarını organize etmek suretiyle hükümeti şiddet yoluyla devirmeye yeltenmek) nasıl oluyor da Avrupa'daki mahkemeye hiçbir somut kanıt sunulamıyor da (herhalde yok ki sunulamadı), ülkedeki o kadar mahkeme ve yargıç bu konuda somut kanıtlar görerek bu kişiyi iki yıldır tutuklu yargılıyor? Tutuklamadaki somut kanıt standartı mahkemesine ve yargıcına göre bu kadar anormal farklılık gösterebilir mi? Üstelik bizde de bu konuda hukuken Avrupa standartları geçerliyken.
Bu konudaki en yetkin ve en üst seviyedeki mahkeme, "Bu kişinin tutuklanması tamamen haksız; aleyhinde hiçbir dişe dokunur somut kanıt yok" derken, iç hukuktaki onca mahkeme ve yargıç, "Canım bize göre kanıt var, biz böyle düşünüyoruz" deme lüksüne sahip mi? Tutuklama gibi en asli temel hak ve özgürlük sınırlamasında bile hukuksal standartlar bu derece radikal farklılıklar içerebiliyorsa, ülkede hiç kimsenin hukuk güvencesi kalır mı?
Kimse bu konularda "AİHM bize önyargılı" edebiyatı yapmasın. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi AİHM'in son dönemdeki Türkiye'ye yaklaşımı bilakis çok toleranslı. Demek ki burada AİHM'i bile çileden çıkaran ekstra bir gelişme var.
Bu kararı Avrupa'nın Gezi gösterilerine karşı olan özel sempatisinin ve Türkiye'deki özellikle ifade özgürlüğü ihlallerine karşı özel hassasiyetinin bir göstergesi olan ve genele teşmil edilemeyecek istisnai bir 'atarlanma' olarak mı görmek gerekir? Yoksa AİHM'in Türkiye'ye karşı son dönemdeki yaklaşımında, özellikle darbe girişimi ve ayrılıkçı teröre destek suçlamalarıyla bağlantılı çok sayıdaki davalara da etki edebilecek bir paradigma değişikliği olarak mı? Teknik olarak net fikir beyan etmek için belki henüz erken.
Bu karar vesilesiyle belki haddim olmayarak ama bir akademisyen ve eski yüksek yargıç olarak, tüm üst düzey kamu görevlileri ile ve yargıç ve savcı arkadaşlara şunu söylemek isterim:
Statükoya güvenip kendinizi konjonktürün ruhuna kaptırmayın. Sırtını zamanın ruhuna yaslayıp bunun konforuyla davranmak, suda yavaş yavaş kaynatıldığının farkında olamayıp haşlanan kurbağa metaforuna benzer. Üstelik bu ülkede son dönemde statüko değişimleri de oldukça hızlı seyrediyorken. Statükoya güvenerek siyasetçilere posta koyan bazı üst düzey askerlerin; devleti ele geçirdiği zannına kapılan Opus Dei özentisi dinsel oluşumların hemen sonraki yeni statükoda alaşağı edilip yargılanmalarının hepsi son 3-5 yıl içinde oldu. Zaman bu topraklarda normalden biraz daha hızlı akıyor nedense. Hızlı akan bu zamanın ruhu da yanında çok fazla beden götürebiliyor bu arada!
Sonuçta Filozof Kant hep haklı çıkıyor ve şu sözüne güvenenlerin başı hiç ağrımıyor: "İnsanlara öyle davran ki, her davranışın evrensel olarak doğru bir norm kalitesinde olsun" (biraz fazla serbest çeviri bana ait)! Temel insan hakları normlarını benimseyerek derhal uygulamaya geçenlerin kafası ve vicdanı ise her statükoda ve konjonktürde rahat olur.
Prof. Dr. Ali Ulusoy, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi