AİHM Büyük Dairesi, Osman Kavala hakkında önceki gün (11 Temmuz) açıkladığı kararında, daha önce verdiği kararına uymadığı için Türkiye'nin Sözleşme'nin (AİHS) m.46/1 hükmünü ihlal ettiğine karar verdi.
Daha doğrusu ilgili Dairenin bu yönde daha önce verdiği kararı en yüksek merci olan Büyük Daire aynen onadı.
Böylece karar kesinleşti.
Karar (hükümete yakın duruşu zaten kamuoyunda eleştirilen Türkiye'nin yargıcını saymazsak) oybirliği ile alınmış.
Karardaki en üzücü ifadelerden biri, Türkiye'nin bu davada "iyi niyetli" davranmadığının açıkça vurgulanmış olması.
Bir uluslararası/ulusalüstü yüksek mahkemenin bir devlet hakkında kullanabileceği en ağır ifadelerden biri.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 46'ncı maddesi üye devletlerin AİHM kararlarına uymasını zorunlu kılıyor.
AİHM kararına uymayan devletin karara uymadığını önce AİHM'in yargısal olarak yani resmi biçimde tespit etmesi gerekiyor. Bu kararda yapılan da bu.
Bu resmi tespit üzerine top Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine geçiyor. Konsey bu resmi tespit üzerine AİHM kararına uymayan ülke hakkında Konseydeki oy hakkını askıya almaktan Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarmaya kadar bazı yaptırımlar uygulayabiliyor.
Türkiye için Konseyden hemen bu türden bir yaptırım kararı çıkması beklenmemeli.
Muhtemelen bir süre daha kararın uygulanıp Kavala'nın serbest bırakılması için siyasi baskı yapılmaya çalışılacak. Belki de Türkiye'deki gelecek seçimler beklenecek. Mevcut Hükümetten ümitler kesilince muhtemel yeni hükümete bir şans daha verilecek.
Tabii Türkiye tarafı, tıpkı Rusya gibi, ipleri koparmak için bizzat kendisi aktif bir tutum sergilerse ve yangına körükle giderse, daha farklı gelişmeler de olabilir. Bu karar bahane edilip Avrupa Konseyinin ve AİHM'in demokrasi, evrensel hukuk ve insan hakları çıpasından kurtulma taktiğinin denenmesi de sürpriz olmaz.
Bu bağlamda 46. Madde ihlali, yani AİHM kararını uygulamamakta ısrar edilmesi nedeniyle şimdiye kadar AİHM'de mahkûm edilen tek bir ülke vardı: Azerbaycan.
Türkiye maalesef ikinci ülke oldu.
Bu maddeden ihlal kararına muhatap olmak muhtemelen bir ülkenin başına gelebilecek en vahim ve utanç duyulacak mahkûmiyet.
Çünkü AİHM bu kararı ile üye devleti hukuku hiçe saymakla ve mahkemeyi "takmamakla" suçluyor.
Aslında sadece suçlamakla kalmıyor.
Avrupa Hukukunu açıkça çiğnemekten dolayı mahkum ediyor.
"Avrupa'nın hukuk değerlerine ve Avrupa Mahkemesinin kararına saygın yoksa burada ne işin var öyleyse?" demiş oluyor.
Sorun bir sivil toplum önderi olan Osman Kavala'nın, elde hiçbir somut ve dişe dokunur delil olmadan, darbe destekçiliği ve casusluk gibi suçlardan dolayı tutuklanması ve mahkûm edilmesi.
Üstelik bir tür Doğulu kurnazlığı ile bir suçtan dolayı beraat ettiği veya bırakıldığında aynı gün, üstelik aynı delillerle diğer bir suçtan dolayı tekrar tutuklanması.
İşte AİHM daha önceki kesinleşmiş kararında bu şekildeki "hukuk tiyatrosunun" son derece vahim olduğunu ve bu kişiyi başka suçlardan da suçlayıcı hiçbir somut makul delil bulunmadığını ve derhal salıverilmesi gerektiğini açıkça belirtmesine karşın, Ülkedeki yargı mercileri gereğini yapmadılar.
Peki bir kişinin özgürlüğünün verilmesi o kadar AİHM kararına, Avrupa ve dünya kamuoyu baskısına rağmen niçin sağlanmıyor?
Bu kişiyi içerde tutmak için niçin yargı sistemi tüm dünyayı karşısına almayı ve evrensel hukuk sistemini açıkça çiğnemeyi göze alabiliyor?
Sorunun yanıtı aslında herkesin bildiği bir sır!
Ülkenin siyasi muktediri bu kişiyi kendince en baştan mahkûm etmiş.
Yani Kavala aslında daha baştan ve yargılanmadan mahkûm edilmiş.
Yapılan bir tür yargısız infaz.
O kişi nezdindeki kesinleşmiş mahkumiyeti, Gezi Protestolarını organize ederek hükümeti düşürmeye çalışmak "suçundan".
Aslında böyle bir suç hukuken yok tabii.
Anayasaya göre herkes barışçıl gösteri düzenleyebilir ve katılabilir.
Zaten bu en temel hak ve özgürlükler arasında.
Siyasi iktidarı barışçıl ve demokratik yöntemlerle düşürmeye çalışmak ise zaten suç değil. Tamamen meşru.
Gerçi bence Gezi gösterilerinin amacı, modern ve laik kentli kesimin Hükümetin laiklik ve demokrasi karşıtı uygulamalarına karşı tepkisini ortaya koymak ve göstermek idi.
Gösterilere katılan yüzbinlerce ve hatta milyonlarca kişinin yüzde 90'ının doğrudan hükümeti düşürmek amacı taşıdığını sanmıyorum.
Kaldı ki böyle bir amaç olsa bile, şiddet kullanarak zorla olmadığı sürece yine suç oluşturmaz.
Aslında bu senaryoda buraya kadar çok da anormal bir durum yok.
İktidarda bir süredir "tek başına" ve "tek adam" olarak bulunan kişinin tüm ülke çapında Hükümetine karşı yapılan gösterileri kendisine "komplo" girişimi olarak algılaması da belki doğal.
Hatta bu gösterilerin baş organizatörü olarak gördüğü kişiyi suçlaması da anlaşılabilir bir durum.
Fakat tüm bu senaryoda en anlaşılmaz ve kabul edilemez nokta, nasıl oluyor da hukuken siyasi iktidardan bağımsız ve tarafsız olması gereken yargıç ve savcılar, siyasi iktidarın başının kendi düşüncesine göre "suçlu" olarak gördüğü bir kişiyi, hiçbir somut hukuki değerlendirme yapmadan, gözü kapalı suçlu ilan edebiliyorlar ve suçsuz yere yıllarca hapiste kalmasına göz yumabiliyorlar?
Yürütmenin başını aynı zamanda ve otomatik olarak yargının da hikmetinden sual sorulmaz başı olarak mı görüyorlar?
Öyleyse kuvvetler ayrılığını rafa mı kaldırdılar?
Herkes çok iyi biliyor ki bu kişiye en baştaki muktedir ısrarlı biçimde "takmış" olmasa, eldeki delillerle (!) bu kişiyi tutuklamak normalde hiçbir savcı ve hakimin yapacağı şey değil. Suçlu bulup mahkum etmek hiç değil.
Yani bu senaryoda asıl vahim nokta siyasi iktidarın aldığı pozisyon değil.
Tarafsız ve bağımsız olması gereken yargının durumdan vazife çıkarıp siyasetin emri altındaki memuru gibi davranması.
Sırf siyasi muktedir öyle istiyor diye ya da ona "şirin" görünmek adına, tutuklanmaması ve mahkum edilmemesi gereken biri için hukukun gereğini yapmaması.
Böylece görevini açıkça kötüye kullanması.
Hatta ülkenin itibarını tüm medeni ülkeler nezdinde yerlerde süründürerek ülkenin imajını telafisi çok güç derecede zayıflatması.
Siyasi görüşlerini beğenmiyor olabilirsiniz, ama yargıç veya savcı olarak bu durum sizi daha da tarafsız ve objektif karar vermeye sevk etmeliydi.
İradesi ipotek altında olmayan yargıç için en büyük mesleki tatmin aslında hukuku asıl hazzetmediği kişiye adil biçimde uygulayabilmekten geçer.
Şahsen yargıç olarak yaşadığım en büyük mesleki tatmin, siyasi pozisyon olarak tam karşı noktada durduğum ve görevden alınan bir belediye başkanı lehine verdiğim karardı. Kendisinden siyaseten hiç hazzetmezdim, ama hukuken haklıydı (Ayrıntısını başka bir yazıda açıklarım).
Yargıtay üyeliği, daire başkanlığı, mahkeme başkanlığı gibi "havuçlar" hem kutsal mesleğine hem de ülkenin itibarına ihanet etmeye değer mi?