Akademisyenlerin üniversitede ders verme ve tez danışmanlığı, bilimsel yayın ve araştırma yapma dışında, mesai sonrası veya part-time gelir getirici başka iş yapması, sanayinin veya uygulamacıların ihtiyaçlarında kullanılmak üzere ek iş olarak projeler yapması, gazetelerde köşe yazarlığı yapması, televizyon kanallarına yorumcu olarak çıkması hukuka uygun mudur?
Hukuka uygun da olsa etik olarak yanlış mıdır?
Bu konu zaman zaman kamuoyunda tartışılmakta.
Şu andaki geçerli mevzuata göre üniversite öğretim üyelerinin part-time yani kısmi statüde çalışması mümkün değil. Tüm öğretim üyeleri tam gün çalışmak zorunda ve mesai saatleri içinde akademisyenlik işi dışında iş yapamaz.
Yani öğretim üyelerinin mesai içinde özel iş yapmaları, özel muayenehane veya ofislerinde çalışmaları, avukatlık yapmaları (duruşmalara girmeleri) filan kanunen yasak. Açıkça disiplin suçu oluşturuyor.
Gelir getirici olsun gönüllü (pro-bono) olsun mesai içinde başka iş yapmaları kanuna aykırı.
Mesai dışında başka iş yapma konusu ise biraz daha farklı.
Kanuna göre tıp ve diş hekimliği öğretim üyelerinin mesai dışında da özel iş yerlerinde (muayenehane, klinik vs.) çalışmaları yasak.
Bazı sınırlı hallerde üniversite, öğretim üyesinin mesai sonrasında özel hastanelerde ek çalışma yapmasına izin verebiliyor, ama yasal şartları çok ağır olduğundan uygulaması çok az.
Tıp ve diş hekimliği hocalarının mesai sonrası özel muayenehane açmasının veya özel kliniklerde çalışabilmesinin tek yolu, Ocak 2014 itibarıyla üniversitede doçent veya profesör kadrosunda olması ve bu tarihte fiilen özel muayenehanesi bulunması.
Bu şartı taşımayan tıp ve diş hekimliği hocaları mesai içinde olduğu gibi mesai dışında da özelde çalışamıyorlar. Özel muayenehane, klinik, ofis vs. açamıyorlar.
Danıştay önceki içtihadında, Ocak 2014 itibarıyla muayenehane açmamış olmasına rağmen bu tarih itibarıyla doçent veya profesör konumunda olanların da mesai sonrası özelde çalışma hakkı bulunduğuna karar veriyordu.
Ancak Danıştay’ın en üst yargısal birimi İDDK, geçtiğimiz aylarda verdiği son kararında, Ocak 2014 itibarıyla fiilen muayenehanesi bulunmayan doçent ve profesörlerin de halen muayenehane açma hakları bulunmadığına karar verdi. Kanunu böyle yorumladı.
Dolayısıyla gelinen noktada, hukuken aynı statüde bulunan tıp ve diş hekimliği öğretim üyelerinden ayrıcalıklı (imtiyazlı) bir kitle yaratılarak, bunlardan 8 sene önce muayene açmış olanların şimdi muayenehane açabileceğine; 8 sene önce de bunlarla aynı konumda olup fiilen muayenehane açmamış olanlar dahil, daha genç doçent ve profesörlerin ise bu haktan yararlanamayacağı yargı kararına bağlanmış oldu.
Bence gelinen bu nokta kanun önünde eşitlik ilkesine açıkça aykırı.
Buna ilaveten, hiçbir gruba, kitleye imtiyaz tanınamayacağına dair Anayasa hükmünü ihlal ediyor.
Nitelikli ve kaliteli sağlık hizmetinden yararlanmanın iyice güçleştiği ve normal hastanelerde muayeneye hasta başına en fazla 15 dakika ayrıldığı ülkede, üstelik doçent veya profesörden özel sağlık hizmeti alabilmek için insanların ciddi paraları ödemeye razı olduğu sistemde, hukuken aynı konumdaki akademisyenlerden %20’sine “siz mesai sonrası özelde çalışıp ayda maaşınızın en az 4-5 katı ek gelir elde edebilirsiniz!” deyip; kalan %80’e “siz oturun oturduğunuz yerde, maaşınız neyse ona talim edin!” demek gerçekten adil değil.
Üstelik bu imtiyazı doğuran kriter, salt “8 yıl önce hasbelkader muayenehane açmış olmak” gibi tamamen afaki ve tesadüfi bir kriter ise.
Kaldı ki bir özel hizmet piyasasını o işi yapabilecek kişilerin %80’ine kapattığınızda, bu kapatma nedeniyle kalan %20’ye de normalin üstünde ekstra ilave kazanç sağlamış oluyorsunuz ki, bu da ayrıca adil değil. Serbest ve adil rekabete de aykırı.
Diğer yandan öğretim üyesini eğer istemezse mesai içinde üniversite hastanesinde hastalara ameliyat ve muayene yapmaya zorlamak da hukuken sorunlu. Zira asıl işi ders vermek ve öğrenci yetiştirmek.
Bu durum üniversite hastanelerini de tam bir çıkmaza sokuyor.
Bu konudaki sorunu ve adaletsizliği gidermek için acilen bir kanun değişikliği lazım.
Sayın Ankara Üniversitesi Rektörü tarafından oluşturulan ve bendenizin başkanlığındaki bir Komisyon olarak bu sorunu çözecek bir kanun önerisi hazırladık. İnşallah gecikmeden yasalaşır.
Önerinin özü, mesai saatleri içinde üniversite hastane ve birimlerinde asgari operasyon, muayene gibi uygulamaları yapan, yani asgari kriterleri yerine getiren tüm akademisyenlerin mesai sonrası özelde çalışmasına ve muayenehane açmasına izin verilmesi esasına dayanıyor.
Bunun karşılığında ise muayenehane açan hoca her ay bir asgari ücret tutarındaki bedeli üniversite bütçesine katkı olarak ödeyecek ve bu meblağ üniversitenin bilimsel araştırma ve yayın teşviki harcamalarında kullanılacak.
Böylece hem üniversitenin işleri yürüyecek. Hem hocalar mali yönden rahatlayacak. Hem de akademisyenlerden daha nitelikli sağlık hizmeti almak isteyen vatandaşlar memnun olacak.
Bence adil ve mevcut sorunu çözecek bir öneri.
Tıp ve diş hekimliği dışındaki akademisyenler için ise mesai sonrası dışarıda gelir getirici iş yapmaya yasal engel yok. Bu yönde Anayasa Mahkemesinin (AYM) de yorumu var.
Bu konuda yasal sorun yok, ama etik yönden bir tartışma var.
Bir akademisyenin, kendi uzmanlık alanına ilişkin olarak mesai dışında gelir getirici nitelikte başka kişilere danışmanlık hizmeti vermesi, para karşılığı akademik görüş (hukuki görüş, mütalaa, teknik görüş vs.) vermesi, yine kendi uzmanlık alanına ilişkin ücretli veya gönüllü olarak basın organlarında yazı (gazete köşe yazısı vs) yazması ya da televizyon kanallarında ya da elektronik sosyal mecralarda yorumculuk yapması etik midir?
Bu konuda bir görüş, örneğin mahkemelerde görülen bir davaya ilişkin olarak bir hukuk profesörünün kendi alanına ilişkin olarak davanın taraflarından biri lehine para karşılığı hukuki görüş (mütalaa) vermesinin etik ve doğru olmadığını savunuyor. Hatta bunu yapan hocalar bazılarınca ayıplanıyor.
Şahsen bu görüşe katılmıyorum.
Kendim de zaman zaman kendi alanıma ilişkin olarak bazı uyuşmazlıklarda mesai sonrası hukuki mütalaa veriyorum.
Bu konudaki benim 2 kriterim var:
İlki, lehine hukuki mütalaa vereceğim tarafı o davada veya uyuşmazlıkta hukuken haklı görmem lazım.
Yani o davaya bakan hakim olsaydım o tarafı hukuken haklı görür müydüm?
“Evet görürdüm” diyebilmem lazım.
Burada önemli olan mütalaa yani hukuki yardım isteyenin kişiliği veya kamuoyundaki imajı değil. Mevcut hukuki uyuşmazlıkta haklı olup olmaması.
2. Kriterim ise, uyuşmazlıkta benim uzmanlık alanım açısından yeterince katkı sağlayabileceğim teknik açıdan önemli ve akademik olarak irdelemeye ve araştırmaya değer bir hukuki sorun bulunması.
Yani hukuken teknik boyutta önemli biçimde tartışmaya değer ve benim katkı sağlayabileceğim bir boyut bulunması gerekli.
Bu iki kriter sağlanmıyorsa mütalaa taleplerini reddediyorum. Reddettiğim birçok örnek de var.
Bu konuda hocaların akademik görüş vermesine karşı olanlar sanırım esas olarak görüş verilmesine değil de görüş verme karşılığı para alınmasına, yani gelir elde edilmesine karşılar.
Bir davada amaç adaletin daha iyi tecellisine katkı ise, o halde bu niçin para karşılığı yapılıyor demek istiyorlar sanki.
Ama aynı kişiler mesela akademik bir çalışma sonucu kitap yayınladığında bundan gelir elde edilmesini çok meşru görüyorlar. “Buna emek harcadık, emeğin karşılığı olmalı” diyorlar.
Aynı şekilde avukatın da davada hizmet verme karşılığı ücret almasını haklı buluyorlar.
Ama nedense akademisyen emek harcayarak, araştırma yaparak bir davada bir taraf lehine önemli bir açılım sağlayacak ve adaletin doğru tecelli etmesine katkı sağlayacak bir çalışma yapınca bundan para kazanması normal olmuyor!
Üstelik akademisyenlerin veya diğer hukukçuların bir davada belli bir taraf lehine uzman görüşü sunması tüm dünyada normal ve doğal kabul edilir. Uzmana bu hizmeti karşılığı ücret ödenmesi de aynı şekilde normaldir. Buna “taraf bilirkişiliği” denir. Hem Batıda normal davalarda hem de uluslararası veya yerel tahkim davalarında sıklıkla uygulanır. Hatta bizim hukuk yargılaması kanununda (HMK) da bu yönde açık hüküm var.
Diğer yandan bu noktada hukuk akademisyenleri için teknik yasal sorun, bu tür hukuki görüşlerin aslında Avukatlık Kanununa göre avukatın tekelinde olması. Yani Baroya kayıtlı olmayan akademisyenlerin hukuki mütalaa vermesinde yasal bir teknik sorun var.
Bunun dışında bu konuda ayıplanacak olan şey, hukuki mütalaa verme işinin akademik yönden hakkını vermeden yapılması ve kötüye kullanılması.
Örneğin Danıştaydaki bir davaya ilişkin olarak bir hukuk profesörünün verdiği akademik görüşü unutmuyorum.
Tam bir buçuk sayfa idi!
Bir sayfasında zaten uyuşmazlıktaki maddi olaylar anlatılmıştı. Kalan yarım sayfada ise bu davada şu taraf haklıdır denildikten sonra sadece 2-3 cümle ile çok genel ve hiçbir özgün yanı olmayan kısa bir açıklama yapılmıştı.
Gerçekten bir hukuk profesörü olarak görünce utanmıştım.
Diğer bir örnek ise yine Danıştay önündeki büyük ve önemli bir imar davasına ilişkindi.
İstanbuldaki bir teknik üniversiteden bir mühendislik profesörü o davanın ilk derece yargılamasında mahkemenin görevlendirdiği resmi bilirkişi olarak atanmıştı ve verdiği resmi bilirkişi raporunda imara aykırı olduğu iddia edilen büyük yapının teknik olarak imara aykırı olduğu yönünde ayrıntılı rapor vermişti.
Ne var ki aynı davanın Danıştaydaki temyizinde bu kez davacı lehine “akademik görüş” vererek, bu kez yeni görüşünde aynı yapının imara aykırı olmadığını savunmuştu!
Yine bir profesör olarak onun adına çok utanmıştım.
Hatta benim önerimle bu akademisyen hakkında gereği yapılmak üzere YÖK Başkanlığına yazı yazılmasına karar vermiştik. Sonrasında ne oldu bilmiyorum.
Sonuçta aynı durum gerek ücretli gerek gönüllü olarak akademisyenin basında yazması veya televizyonlarda ve elektronik medyada görünmesi hakkında da geçerli.
Önemli olan prensipli olmak. İtibarını korumak. Tutarsız ve ilkesiz olmamak.
Bu kriterlere uyulduğu takdirde, gelir de elde edilse salt gönüllü de yapılsa, akademisyenin yaptığı ek işler bence meşrudur.