Anayasa Mahkemesi (AYM), geçen gün 2020 yılı sonuna kadar olan bireysel başvuru istatistiklerini yayımladı.
İstatistiklerde verilen rakamlardan ziyade, bu rakamların tutarlı yorumunun daha önemli olduğuna inanırım. Bu nedenle sizleri rakamlarla fazla sıkmadan temel hatlarıyla bu istatistikten bazı anlamlı yorumlar çıkarmaya ve sonuçta AYM'nin bireysel başvuru performansını değerlendirmeye çalışacağım.
Bireysel başvuru, Türk Hukukuna 2010 Anayasa değişikliği ile girmiş olup, Eylül 2012'de fiilen uygulamaya geçti. Temel fonksiyonu, iç hukuktaki yargısal yollar tükendikten sonra bile halen insan haklarına dair bir hak ihlali varsa, AİHM'e başvurmadan önce zorunlu olarak AYM'ye başvuru yapılarak bu insan hakkı ihlaline son verilmesinin istenebilmesidir.
Bu kurum aslında teknik olarak "anayasa şikayeti"nin bir uygulamasıdır (bu konuda özellikle konunun uzmanı Prof. Dr. Ece Göztepe'nin çalışmalarına bakılabilir). Bu uygulamanın hak ihlallerine uğrayanlar için pratikte fazla bir işe yaramayıp, AİHM'den daha kısa sürede gelecek mahkûmiyetler ile muhatap olmamak için hükümete zaman kazandıran bir "tampon" işlevi gördüğüne dair yorumlar bulunsa da, ülke için yararlı ve önemli olduğunu düşünenlerdenim.
Ülkemizde bireysel başvuru uygulaması hakkında baştan beri en önemli yanılgı, AYM'nin burada Danıştay ve Yargıtay dahil mahkemeler-üstü bir tavır takınarak, ülkede yapılan tüm yargılamaların en üst düzeyde son denetimini yapacağı inancıdır.
Yani sokaktaki insanda, açtığı herhangi bir davada mahkemelerden ve üst mahkemelerinden bir sonuç alamazsa, en son çare olarak AYM'ye başvurabileceği ve hakkını bir "süper en yüksek mahkeme" olarak AYM'de arayabileceği şeklinde hatalı bir imaj bulunmaktadır.
Bu yanlış inanışın en büyük nedeni ise kanaatimce o dönemin AYM yönetiminin yaklaşımıdır. Dönemin AYM Başkanı'nın, bireysel başvuru uygulamaya girdiğinde, biraz da kendisini ülkede yargı erkinin en üst seviyedeki "patronu" konumunda görmek ve bu konumunu perçinlemek adına, bu yolun aslında son derece istisnai bir yol olduğunu ve AYM'nin bu yeni yolla aslında Danıştay ve Yargıtay gibi yüksek mahkemeler üzerinde genel ve olağan bir üst denetim mercii olmadığını kamuoyunda yeterince vurgulamadığını düşünüyorum. Böylece olağan yargısal yollar sonucunda kendilerine haksızlık yapıldığını düşünen insanlar bu yolun devreye girmesi ile maalesef boş yere umutlandırılmıştır. Bu hatalı imajın etkileri halen de sürmektedir. Zira AYM'ye bu yolla yapılan başvuruların yüzde 90'ı "kabul edilemez" bulunmaktadır (bu konuya aşağıda ayrıca değineceğim).
AYM'nin son istatistiğine gelirsek genel tablo şöyle:
Eylül 2012'den Aralık 2020 sonuna kadar AYM'ye toplam 300 bine yakın başvuru yapılmış. Bunlardan sadece 14 bini için ihlal kararı verilmiş. Yani başvuranların sadece yaklaşık yüzde 5'i istediğini alıyor.
Diğer bir anlatımla, başvuruların yüzde 90'ı için işin esasına bile girilmeden usulden "kabul edilemezlik" kararı veriliyor. Sadece yüzde 10'u için başvuru usulden geçip esasa giriliyor. Usul incelemesini geçen bu başvuruların ise yaklaşık yarısı için esastan ihlal bulunuyor.
Biraz daha teknik bakarsak, yapılan toplam başvuruların 72 bini OHAL KHK'lerine ilişkin kararlar (ihraçlar, kapatmalar vs.). Bunlar zaten hiç içeriğine bakılmadan OHAL İnceleme Komisyonu'na havale edildi. Bunlar çıkarılırsa ihlal bulunan başvuru oranı yüzde 8'e yaklaşıyor. Ama bu ihlallerden bir kısmı "makul sürede yargılama yapılmaması" nedeniyle olduğu için aslında bunlarda da gerçek anlamda ihtilafın esasına girilmemiş oluyor. Bunlar çıkarılırsa ihlal bulunan gerçek oran yüzde 6,5 civarı.
En çok ihlal kararı verilen temel hak ve özgürlük, "adil yargılanma hakkı" (yüzde 63). Sonra "mülkiyet hakkı" (yüzde 19). Bunları "ifade özgürlüğü" (yüzde 4), "özel hayatın gizliliği" (yüzde 3) ve "işkence ve kötü muamele" (yüzde 2,7) izliyor.
Salt bu veri bile, insan hakları sorunundan bağımsız olarak, ülkedeki en ciddi adalet sorununun mahkemelerin "adil" biçimde yargılama yap(a)maması olduğunu açıkça gösteriyor.
Ülkede ifade özgürlüğü ihlalleri bu kadar yaygınken, bu konudan ihlal bulma oranının bu kadar düşüklüğünü nasıl yorumlamak gerekir? Yeterince başvuru yapılmamasıyla mı? Mahkemenin bu sorun hakkında yeterince titizlik göstermemesiyle mi? Bu noktada ifade özgürlüğü ihlali nedeniyle toplam ne kadar başvuru yapıldığını ayrı olarak bilmeden net bir yorumda bulunmak doğru olmaz.
İstatistikte dikkatimi çeken bir husus, son 4 yılda AYM'ye yapılan başvuru sayısının artmayıp hemen hemen standart hale gelmesi (yıllık 40 bin civarı). Bir diğer husus ise 2020 yılında gerek ihlal kararı verilen dosya sayısının gerekse kabul edilemezlik aşamasını geçip esastan karar verilen dosya sayısının diğer yıllara oranla bariz biçimde artmış olması. Nitekim Mahkemenin son 8 yılda verdiği toplam ihlal kararlarının yüzde 40'ı 2020 yılında verilmiş.
Kanaatimce usulden geçen yani kabul edilemezlik incelemesini aşıp esasa girilen dosya sayısının son yılda bariz biçimde artmış olması, AYM'nin diğer yüksek mahkemelerin de üstünde "süper temyiz" mercii ve her tür davada başvurulabilecek "en son çare" olduğuna dair yanlış inanışın insanlar ve özellikle de hukukçular/avukatlar nezdinde yavaş yavaş düzeliyor olması ile açıklanabilir.
Bu konuda daha net fikir sahibi olmak için, eğer AYM açıkladığı istatistikte kabul edilemezlik kararlarını konu bazında da ayırsaydı daha iyi olurdu. Özellikle "kanun yolu" başvurusu niteliğinde görüldüğünden kabul edilemez bulunan başvuru sayısında azalma varsa bu kanaatim teyit edilmiş olur.
Başvuruların yüzde 90'ının "kabul edilemez" bulunması ilk bakışta çok anormal gibi görünse de, gerek diğer ülke uygulamaları gerekse AİHM uygulaması da bu hususta oldukça yüksek.
Kabul edilemezliğin süre aşımından mı, başvuru yolları tüketilmediğinden mi, teknik olarak "kanun yolu" başvurusu niteliğinde sayıldığından mı, yeterince ağır ve ciddi bir mağduriyet doğurmadığından mı (açıkça dayanaktan yoksunluk) verildiği önemli.
Nitekim özellikle "açıkça dayanaktan yoksunluk" teknik açıdan bireysel başvuruda pratikteki en önemli konu. Hatta halen net standartlar oluşturulamadığından, bu konu şu anda AYM'nin bireysel başvurudaki bence en büyük sıkıntısı.
Örneğin "kanun yolu" kapsamındaki, yani temyiz mercii olarak Danıştay veya Yargıtay'ın değerlendirmesi gereken ve onlar temyizde işlerini iyi yapmadıysa bunu tekrar denetlemek AYM'nin işi olmayan başvuru normalde kabul edilebilir bulunmuyor. Ama iç hukuktaki olağan yargılama sonucunda "açık keyfilik" ve "bariz hata" bulunması hali adil yargılanma hakkı kapsamında görülüp bakılabiliyor. Bu noktada ise Danıştay ve Yargıtay denetiminden geçse bile hangi yargılamada "açık keyfilik veya bariz hata" yapıldığı, hangisinde yapılmadığı hususu son derece belirsiz ve değişken olabiliyor.
Aynı şekilde "de minimis" konusu da tam netleşmiş değil. Yani bazen gerçekten ihlal olsa bile yeterince ağır ve önemli sonuçlar doğurmadığı düşüncesiyle "açıkça dayanaktan yoksun" görülüp geçilebiliyor. Bazen de, "bakın biz her şeyi reddetmiyoruz, gerektiğinde ihlal de buluyoruz!" imajı vermek adına minimal sonuç doğuran ihlaller bile önemsenebiliyor.
Yani AYM'nin bir "standart sorunu" var. Ne var ki özellikle şu andaki gibi bazı önemli hususlarda "birlik" sağlamada ciddi sorunlar yaşayan bir yüksek mahkemede bu sorunu kolayca çözmenin güçlüğünü de kabul ediyorum.
Ama ne olursa olsun AYM'nin son zamanlarda gerek kabul edilebilirliği geçen, gerek ihlal bulunan dosya sayısında ciddi bir artış bulunması kayda değer bir başarıdır. Buna ilaveten mahkemenin son yıllarda yıllık bazda yapılan başvuruya paralel biçimde yıllık yaklaşık aynı sayıda (40 bin) dosyayı sonuçlandırabilmesi de olumlu bir gelişme. Bu başarıda, bireysel başvurunun felsefesini giderek daha iyi kavramaya başlayan tüm mahkeme üyeleri yanında; raportörleri konulara göre uzmanlaştırma gibi bireysel başvuruya özgü daha etkin bir organizasyon yerleştirmeye çalışan mahkeme yönetiminin de önemli bir payı olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda "nicelik" açısından sağlanan önemli gelişmenin bundan böyle "nitelik" yönüyle de daha üst seviyelere çıkması beklenmeli. Örneğin oy çokluğu ile verilen son Osman Kavala kararı gibi "bariz hataların" yüksek mahkemenin bu konudaki imajına olumlu katkı sağlamayacağı açıktır.
Bu noktada diğer yüksek mahkemelerde maalesef görmediğimiz bir uygulama olarak, AYM'nin bunun gibi istatistikleri kamu ile paylaşması son derece yararlı. Yapılan başvuruların ortalama sonuçlandırılma sürelerinin de verilmesi; kabul edilemezliğin konulara göre oranlanması gibi hususlarla daha da zenginleştirilmesi önerilebilir.
Bu noktada bireysel başvuruda yapılan toplam başvuruların sadece yüzde 6-7'sinde gerçek anlamda ihlal bulunmuş olması, ülkemizde genel olarak insan hakları ihlallerinin de, mahkemelerde yapılan tüm yargılamalardaki hata payının da bu oranda olduğu anlamına gelmez. Yani bu oranın düşüklüğü gerek insan hakları gerekse adalet-yargı sorunlarımızın da bu kadar az olduğunu göstermez.
Bu rakamlar ve istatistikler illa insan hakları ihlalleri konusunda genel bir fikir verecekse, bireysel başvuruda AYM'ce "kabul edilebilir" bulunan yani "usulden" geçen dosyaların yaklaşık yarısında ihlal bulunmuş olması bile daha anlamlı bir fikir verebilir.
Diğer yandan, ihlal bulunan insan hakları dosyalarının yaklaşık üçte ikisinde (yüzde 63,3) "adil yargılanma hakkı" açısından sorun bulunmuş olması, ülkemizde mahkemelerin yaptıkları yargılamaların yani "adalet mekanizması"nın genel durumu hakkında da maalesef iç açıcı bir fikir vermeyecektir.