Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) Türkiye'de tüm yargı ve adalet sistemini yöneten ve kontrol eden kurum. Tüm hakim ve savcıların atanmalarına, terfilerine, görev yeri değişimlerine, soruşturulmalarına, cezalandırılmalarına, meslekten çıkarılmalarına, mahkeme başkanlıklarına, istinaf üyeliklerine ve yüksek mahkemeye seçilmelerine bu kurul karar veriyor. 13 üyeden oluşuyor ve kararlarını oy çokluğu ile alıyor.
Kurulun başkanlığını da yapan Adalet Bakanı ve yardımcısı dışındaki 11 üyenin görev süreleri haziran başı doluyor. Bugünlerde yerlerine yenileri seçilecek.
Bu 11 üyenin 4'ünü doğrudan Cumhurbaşkanı, 7'sini ise TBMM en az 3/5 çoğunlukla seçiyor. Bu nitelikli çoğunluk bulunamazsa kura çekiliyor. 2017 Anayasa değişikliği ile böyle öngörüldü. Yani üyelerinin çoğunluğunu yasama organı, kalanını da Cumhurbaşkanı seçiyor. TBMM'nin seçeceği 7 üyeden 3'ü Yargıtay, 1'i Danıştay üyeleri arasından; 3'ü de hukuk öğretim üyeleri veya avukatlar arasından olacak.
Bendeniz de hukuk öğretim üyeleri kontenjanından aday oldum. Herhangi bir siyasi parti ile özel bir angajmanım yok. Sadece özgeçmişime ve kariyerime güveniyorum. Layık görülürsem en iyi şekilde yapacağıma inanıyorum. Bir diğer sebep ise bu tür adaylıklar ve görevlerin biz hukukçu akademisyenler için bir tür laboratuvar gibi olması. Bu vesileyle yerinde deneysel gözlemler yapma ve uygulamayı görme imkanı bulmamız. Seçim süreçleri de buna dahil.
2017'de gelen yeni sistemin en dikkat çekici ve olumsuz özelliği, HSK'ya artık yargının ve özellikle de yüksek yargı üyelerinin hiç üye seçemiyor olması. Üyelerinin çoğunluğu yargıç ve savcılar arasından seçiliyor, ama yargı mensuplarının kendileri seçim yapamıyor. Önceki sistemlerin hepsinde üyelerinin çoğunluğunu yargı kendi içinden seçiyordu.
2010'da gelen sistemde üyelerin yarıya yakını ilk derece hakim ve savcıları tarafından ve kendi içlerinden seçiliyordu. Az bir kısmını ise yüksek mahkemeler seçiyordu. Bu sisteme, kendi içinde iyi örgütlenmiş cemaat veya siyasi oluşumların yargı yönetiminde etkin olmasına yol açacağı düşüncesiyle o zaman karşı çıkmıştım ve yazmıştım (Bkz. Akşam, 20 Mart 2010, 21 Ağustos 2010). Dediğim maalesef çıktı ve malum "yapı" bu yolla o dönemde HSYK'ya ve tüm yargı sistemine hakim oldu.
Buna tepki olarak gelen yeni sistem ise bu kez yargının, kendisini yöneten kurula hiç üye seçememesini tercih etti. Tipik bir Türk usulü "ölçüsüz etki-tepki" hikâyesi!
Doğru olan ise üye seçimini daha dengeli dağıtıp, örneğin üçte birini Cumhurbaşkanı, üçte birini TBMM ve üçte birini yüksek yargının seçmesi. Ya da en azından, TBMM'de beşte üç çoğunluk bulunamazsa üye seçim yetkisinin otomatik olarak yüksek mahkeme genel kurullarına geçmesi, kura öngörmeye göre çok daha doğru olurdu.
Nitekim yeni sistemde Cumhurbaşkanı'nın ve TBMM'de beşte üçe ulaşamayan Cumhurbaşkanı'nı destekleyen siyasi eğilimin HSK'da çoğunluğu sağlayamaması için tek olasılık, her biri için ayrı ayrı çekilecek 7 kuradan hiçbirini iktidar çoğunluğunun kazanamaması. Tabii Meclis'te uzlaşma sağlanamazsa ve iş kuraya kalırsa.
Bu olasılığın, yani üst üste çekilecek 7 kurada bir tarafın hiçbir kurayı kazanamamasının matematiksel olarak gerçekleşme oranı ise tam olarak 1/128. Manidar bir rakam belki! Ama matematiksel gerçek bu.
Sistemdeki bir diğer sorun ise üyelerin tamamının bir anda değişmesinin doğru olmaması. Kurulun her iki yılda üçte birinin yenilenmesi ve ayrıca daha uzun süre (6 yıl gibi) görev yapıp tekrar seçilmenin olmaması daha uygun olurdu.
Yeni sistemin en olumlu noktası ise TBMM'nin seçiminde en az 3/5 gibi nitelikli çoğunluk aranması. Kuşkusuz bu olgu tüm üyeleri salt iktidar partisinin seçmesine engel olup, siyasette uzlaşma arayışını zorunlu kılıyor.
Geçen dönemde Cumhur İttifakı'nın 3/5 çoğunluğu bulunduğu için, muhalefet ile uzlaşmaları gerekmemişti ve tüm üyeleri iktidar ittifakı belirlemişti.
Bu kez ise durum farklı. Cumhur İttifakı'nın Meclis'te 3/5 çoğunluğu yok. Ya muhalefetle uzlaşmaya gidilecek; ya da kura çekimine razı olunacak. O yüzden bu seçim şimdiye kadar görülmeyen, farklı ve ilginç bir durum ortaya çıkarıyor.
Uzlaşmada iki farklı yol izlenebilir.
İlk yol, tıpkı RTÜK üyeliklerinde olduğu gibi, siyasi kontenjan verilmesi. Üyeliklerin siyasi partiler arasında paylaşımı. Her siyasi parti kendilerine siyasi açıdan en yakın olan hatta siyasi kimlikleri belirgin olanlar arasından kendi adamlarını seçer. Üyelerin liyakat ve ehliyetleri ikinci plandadır. Hele tarafsızlıkları zaten dert edilmez. Çünkü üyeler "ortak akılla" ve ortak istişare ile belirlenmez. Herkes kendi "kurşun askerini" seçer.
RTÜK'te bu durum Anayasa'da öngörülmüştür ve bence çok yanlış bir sistemdir.
Bu sistemle seçilenler baştan üzerlerine yapışmış "siyasi" kimlik taşıdıklarından, kendilerini tarafsız hissedebilmeleri de, dışarıya karşı tarafsız görüntü verebilmeleri de çok güçtür. Onun için, RTÜK üyeliği için de nitelikli çoğunluk aransa ve üyeliklerin partilere "üleştirilmesi" yerine, nitelik, ehliyet ve liyakat ön plana alınarak ortak uzlaşma sağlanması zorunlu kılınsa çok daha doğru olurdu.
HSK'da ise halen böyle bir şans var.
Uzlaşmanın siyasi kimlikler bazında "üleştirme" yerine, nitelik ve liyakate göre ortak "istişare" sonucu sağlanması pekala mümkün. İkinci yol ise bu.
Hatta kanun da bunu öngörüyor.
HSK Kanunu, üyelerin hukuken "tarafsızlık, ehliyet ve liyakat" ilkelerine göre seçilmesini zorunlu kılıyor. Yani siyasete yakınlık ölçütü baz alınarak "siyasi üleştirme" kanuna da aykırı bir yöntem.
Bu arada şunu da ilave edeyim ki yanlış anlaşılma olmasın.
Bir üyenin "siyasete yakınlık" kriterine göre seçilmiş olması onun mutlaka siyaseten tarafsız görev yapmayacağı anlamına gelmez. Seçildikten sonra üyelerin her tür yasal güvenceleri vardır. Kimse onları verdikleri kararlar nedeniyle hukuken sorumlu tutamaz.
Nitekim bu şekilde seçilmesine rağmen, son derece tarafsız ve objektif görev yapanlar da vardır. İşini layıkıyla yapanları tenzih ederim.
Ama ne var ki bunlar maalesef istisnadır. Pratikte görülen, çoğunlukla tam tersidir. Siyasi saiklerle gelenler genelde kendilerini seçenlerin "temsilcisi" gibi davranma eğiliminde olmaktadırlar.
Ya seçilmeye "lütfedilmiş" olmanın getirdiği mahcubiyet ve vefa duygusu nedeniyle. Ya da tekrar seçilme veya sonrasında daha iyi görevler beklentisi nedeniyle.
Bu olgu yüksek yargı mercilerinde de geçerli, idaredeki yüksek kurullarda da.
Örneğin ABD'deki sistemde bu iş gayet iyi yapılmaktadır. ABD Senatosu, bu tür üst düzey görevlere seçimde siyasete yakınlık ölçütü yerine işin ehli olma ve liyakate göre seçim yapmada genelde çok iyi sınav vermektedir.
Bu yüzden henüz fırsat varken, HSK'da ortak istişare ile kanunun öngördüğü şekilde "tarafsız, ehliyetli ve liyakatli" kişilerin seçilmesi, ülkedeki yargı ve adalet sistemini daha iyi seviyelere çıkarmak için yaşamsal önemde.
Çünkü yargı mercilerinin tarafsızlığını ve bağımsızlığını güçlendirmek herkesin yararına. Zira yargıya kimin ne zaman işi düşeceği hiç belli olmaz. Bu ülke bir dönem yargılayan ve hemen izleyen dönem yargılanan konumunda olanları çok gördü.
Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.