Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve özellikle de Başkanı'na yönelik kamuoyuna iki açıklama yaptı malum.
İlkinde, anlaşılan o ki Sayın Bakan AYM'nin şehirlerarası yollarda toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılamayacağına dair kanun hükmünü iptal etmesine kızmış. Üslup biraz "değişik" olsa da, "İşe bisikletle git de görelim bakalım!" ifadesiyle, Mahkeme'nin verdiği bu iptal kararı nedeniyle ülkede kamu düzeninin ve güvenliğin sağlanmasının mümkün olmayacağını ifade etmeye çalıştığı anlaşılıyor.
AYM'nin bu kararında oylarda 8 - 8 eşitlik bulunduğundan ve eşitlik halinde Başkan'ın oyu üstün sayıldığından ve Başkan da iptal yönünde oy kullandığı için olsa gerek ki, Sayın Bakan eleştiri oklarını doğrudan Yüksek Mahkeme Başkanı'na yöneltmeyi tercih etmiş. Yoksa AYM'de 16 üye var ve oy çokluğu ile karar alınıyor. Herkes sadece kendi oyundan sorumlu.
Sayın Bakan bu konuda daha sonra yaptığı ikinci açıklamada ise AYM'yi sadece bu kararı nedeniyle değil, Barış Akademisyenleri ve Can Dündar kararı dahil başka kararları için de eleştirmiş. Ama eleştirisi hep aynı içerikte: AYM'yi kamu düzenini ve ülke güvenliğini korumada yeterince duyarlı olmamakla ve sonuçta "özgürlük - güvenlik" dengesinde güvenliği boş verip salt özgürlük tarafını tutmakla suçluyor.
Öncelikle ifade edeyim ki Sayın Bakan'ın açıklamalarını ben, başında olduğu kolluk gücüne "göz kırparak" bir tür dolaylı tehdit gibi algılamadım. Daha çok, bir siyasetçinin verilen bir yargı kararına kızıp "spontan biçimde ağzına geleni söylemesi" yani sert biçimde eleştirisi şeklinde algıladım. Sayın Başkan'ın önceki görevine yönelik "belden aşağı vuruş" sayılabilecek ifadesini saymazsak, Bakan Bey'in üslubunun tipik bir siyasetçi üslubu olduğu ve fazla takılmamak gerektiği söylenebilir. Siyasetçinin öncelikleri arasında rafine ve akademik ifadeler kullanması ilk sıralarda olmaz sonuçta.
Bence asıl tartışılması gereken Sayın Bakan'ın eleştirilerinin içeriğinin yani esasının doğru ve haklı olup olmadığı.
Yani acaba gerçekten de AYM verdiği bu kararlarla "özgürlük - güvenlik" dengesinde güvenliği gerçekten de boş mu veriyor? Kararları bu dengeyi gerçekten bozuyor mu?
Eğer bu suçlama doğru değilse, yani AYM bu konularda gerçekten de "özgürlük - güvenlik" dengesini olması gerektiği gibi gözetiyorsa, bu noktada asıl sorgulanması gereken daha vahim bir durum var demektir:
Ülkenin en yüksek mahkemesinde bu tür konularda oluşan 8 - 8 denge "salt güvenlikçiler" ve "özgürlükleri önemsemeyenler" lehine bozulursa, ülkede hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi fiilen nasıl korunacak? Sadece Başkan'ın oyuyla oluşan bu "kıl payı" ve "bıçak sırtı" denge ilk üye değişiminde bozulunca ne olacak?
Sayın Bakan'ı kızdıran son kararda AYM, şehirlerarası yollarda toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılmasını bütünüyle yasaklayan kanun hükmünü iptal etti. Gerekçesi henüz yayımlanmadı ama rahatlıkla tahmin edilebilir. Niçin mi? Çünkü AYM aynı konuda ve aynı içerikteki ve toplantı ve gösteri yürüyüşünü "genel yollarda" yasaklayan kanun hükmünü zaten 2017 yılında iptal etti de ondan (28.09.2017, E.2014/101). Hem de sadece iki karşı oy ile ve büyük çoğunlukla.
Dahası AYM bu iptal kararının gerekçesinde, yollarda herkesin istediği gibi ve her zaman toplantı ve gösteri yürüyüşü yapabilmesi gerektiğini söylemiyor. Bu hususlarda güvenlik ve kamu düzenini korumak için kanun yapıcının makul önlemler ve sınırlamalar getirebileceğini; fakat tüm yollarda bu anayasal temel hak ve özgürlüğün kullanımının bütünüyle yasaklanmasının asgari hukuk devleti ve demokrasi normlarıyla bağdaşmayacağını söylüyor. Aynı konudaki yeni iptal kararının da bu bağlamda verildiği zaten belli.
Görüldüğü üzere kanun hükmü gerçekten de makul değil. Fazla sınırlayıcı ve yasakçı. İptali ise son derece doğal ve "özgürlük - güvenlik" dengesini tamamen gözetiyor. Kaldı zaten aynı konuda üç yıl önce de iptal kararı vermiş.
Nitekim, tamamen yasakçı bir zihniyetle, her şeyi yasaklayıp toplumun iyice elini kolunu bağlayarak ülke güvenliğini sağlamak kolaydır. Böyle güvenliği herkes sağlar. Maharet, her şeyi yasaklamadan ve demokratik özgürlükleri aşırı biçimde kısıtlamadan güvenliği sağlayabilmektir. Fransa'da Belçika'da İngiltere'de de birçok terörist eylem oluyor, güvenlik sorunları oluyor. Ama bu ülkeler güvenlik sorunu "her şeyi yasaklayarak" değil, temel özgürlükleri aşırı kısıtlamadan yani kolaycılığa kaçmadan çözebiliyor. Demek ki olabiliyor istenirse.
Şunu da ekleyelim ki, eğer bu yasakçı kanunlar 2016 yılında da yürürlükte olup, şehiriçi ve şehirlerarası tüm yollarda toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak tamamen yasak olsaydı, 15 Temmuz darbe girişiminde halkın sokaklara yollara çıkıp darbeyi engellemesi de hukuken illegal olacaktı! Bu kanun hükümlerini iptal ederek aslında AYM, halka bu tür darbe girişimlerini engellemek için de hukuksal altyapı sağlamış oldu.
Sayın Bakan'ın AYM'yi Barış Akademisyenleri ve Can Dündar kararları ile eleştirisi için de somut durum aynı yöndedir.
İçeriğine katılırsınız katılmazsınız o ayrı ama dünyanın asgari demokratik, birazcık da olsa hukuk kırıntısı kalmış hiçbir ülkesinde ciddi bir etnik iç güvenlik sorunu için barış çağrısı yapan salt bir bildiriye imza atmış olmak, ayrılıkçı terör örgütüne üye veya destekçi olunduğunun kanıtı olamaz. Bu arada AİHM'in ETA terörüne destek veren Bask partisi Herri Batasuna'nın kapatılmasına onay vermiş olmasının gerçekten bu konuyla hiçbir ilgisi yok.
AYM'nin Can Dündar kararı ise hem teknik olarak doğru bir karar, hem de bu karar sayesinde AİHM Türk Yargısı'nı halen dahi "etkili başvuru yolu" saymaktadır. Aksi olsaydı belki de Türkiye'deki yargı kararları AİHM nezdinde "paspas" muamelesi görecekti.
Bu tartışmanın ortaya çıkardığı başka bir sonuç şu:
Bilindiği üzere Türkiye'de ötedenberi prototip "sağcılar", özellikle 1961 Anayasası ile verilen özgürlüklerin ülkeye fazla bol geldiğinden yakınırdı ve güvenliğin daha ön planda tutulması gerektiğini savunurlardı. Prototip "solcular" ise tersini savunup, 1982 Anayasası'nın fazla güvenlikçi olduğunu ve özgürlükleri yeterince korumadığını ileri sürerlerdi.
Bu durumda başka bir açıdan bakarsak Sayın Bakan aslında tipik bir "sağcı" çıkışı yapmış oluyor ve dolaylı olarak AYM'nin bıçak sırtı "8 - 8 + Başkan oyu" çoğunluğunu tipik "solcu" yaklaşımı göstermekle suçlamış oluyor! Ne var ki (birçoğunu şahsen tanıdığımdan diğerlerini de gıyaben bildiğimden söyleyebilirim ki) üyeler arasında tipik "solcu" diyebileceğimiz hiç kimse yok!
Aslında bu olgu da gösteriyor ki günümüzde artık eskinin "sağ" - "sol" klikleşmesinin hiçbir kıymet - i harbiyesi kalmamış durumda. Asıl ayrışma, evrensel demokrasi ve hukuk devletini savunanlarla, bunları pek de önemsemeyenler ve başka öncelikleri olanlar arasında. Her iki yeni kampta da eskinin "sağcıları" da var "solcuları" da. Kendini salt Atatürkçü - Kemalist olarak tanımlayanlar da bu yeni iki kampta ayrışmış durumdalar.
Buna bir tür "demokratlar - otokratlar" kamplaşması demek (biraz abartılı olabilse de) pek hatalı olmaz aslında.