İnsan belli bir yaşa gelince hiç kimseye tam manasıyla hayranlık duyamaz oluyor. İnsanların gerçek yüzünü tanıdıkça hayranlık duyma duygusu köreliyor. Gençliğinde yere göğe koyamadığı, mutlak hayranlık duyduğu, hatta toplumun büyük kesiminin kutsallık atfedecek derecede idolleştirdiklerinin gerçekte (her insan gibi) birçok defoları olduğunu görünce veya öğrenince, kimseyi yüceltmemesi ve katıksız hayranlık duymaması gerektiğini farkediyor. En azından bende böyle oldu.
Artık kimseye idollük derecesinde hayranlık duyamayacağımı düşünürken, geçenlerde okuduğum bir kitap vesilesiyle bir kişi için bu düşüncem değişti: Kemal Kurdaş.
Gerek kendimin de dışsallığından yararlandığım ormanı ve kampüsüyle ve gerek akademik ortamı ile ODTÜ beni zaten hep etkilemiştir. Ama kitabını okuyunca, 1960'ların imkansızlıkları içinde Orta Anadolu bozkırında ODTÜ kampüsü gibi inanılmaz bir vaha kuran ve ülkede halen dahi aşılamamış çağdaş bir üniversiteyi yoktan var eden Kurdaş'a gerçekten hayran oldum (K. Kurdaş, ODTÜ Yıllarım, 6. Baskı, ODTÜ yay.).
Ne kadar zor işler olduğunu bildiğim, üniversiteye zamanın en yetkin yerli ve yabancı hocalarını kazandırma, gelecekte de iyi işleyecek bir akademik sistem kurma ve o dönemde doruğa çıkan öğrenci olaylarını sopayla değil demokratik yöntemlerle frenleyebilme becerisinden bahsetmeyip sadece bir örnek vermekle yetineceğim:
Geçenlerde Cumhurbaşkanlığı'nca da sahiplenilerek hükümetçe kamuoyuna büyük bir ağaç dikme kampanyası yapıldı. Orman Bakanlığı dahil devletin tüm ülke düzeyindeki imkanları da kullanılan bu büyük kampanyada kaç ağaç dikilmesi hedeflendi biliyor musunuz? 11 milyon. Evet küçümsenemeyecek ciddi bir sayı. Peki Kemal Kurdaş'ın şahsi çabalarıyla ve 60'lı yılların kısıtlı imkanlarıyla o zaman ODTÜ ve çevresine (Eymir, Ahlatlıbel, Oran vs.) kaç ağaç dikildi biliyor musunuz? 15 milyon ağaç! Sonradan yol ve binalaştırma yağmasına kurban edilen bir kısmı hariç hemen tamamı halen ayakta.
1960-70'li yılların akademisyen ve yönetici kuşağı ve gençliği ile günümüzdekiler arasındaki en önemli fark sanırım idealizm. Bu ülkede son dönemde ölen/öldürülen birçok önemli değerden biri. Toplumun gelişmesi için kendini adama, hatta gerekirse kurban etme... İnsanüstü bir özveri ve cesaret gösterme ve bunu salt teoride ve söylemde değil bizzat sahada da kanıtlama... Devleti savunmayı aslında toplum menfaatini savunma olarak algılayan ve buna göre davranan bir anlayış...
O kuşaktan hemen aklıma gelen bir idealizm örneği de Mümtaz Soysal'dan. Yazdığı bir kitap nedeniyle dekanlık yaptığı fakültede dersi basılarak öğrencilerinin önünde apar topar gözaltına alınıyor. İki yıla yakın hapse atılıyor. Çıktıktan kısa süre sonra Paris'teki Orly Katliamı davasında kendisine bu muameleyi reva gören devletin istemi üzerine resmi savunucusu olmayı kabul ediyor. Şimdiki kuşaktan kaçımız bunu reddetmezdik? Bize bu kadar haksızlık yapan devlete hangimiz küsüp, 'Ne haliniz varsa görün, artık bu devletle işim olmaz!' demezdik?
Bu kuşaktan bir başka idealist yönetici örneği de Ertuğrul Kumcuoğlu. O dönemin devleti ve aslında toplum menfaatini özveriyle sahiplenen idealist Maliye Bürokrasisi geleneğinin son önemli temsilcilerinden. Yakınlarda çıkan 'Müsteşar' isimli kitabını ısrarla öneririm (Kronik yay.).
Öğretim üyeliği görevim nedeniyle sürekli gençlerle iç içeyim. Üstelik ders verdiğim Ankara Hukuk ve Bilkent, ülkenin en elit gençlerinin bulunduğu üniversitelerden. Son dönemde gençlerde en çok dikkatimi çeken psikoloji, ülkeye ve ülkenin geleceğine olan umut ve güvenlerini neredeyse tamamen kaybetmeleri. Ülkede yönetim, siyaset, hukuk, ekonomi dahil hiçbir şeyin iyi gitmediğini; bizim kuşağın siyaseti beceremediğini, ülkeyi iyi yönetemediğini, hukukçuların işini iyi yapamadığını, ülkede adaletin sağlanamadığını düşünüyorlar. Hiçbiri hakim-savcılık, uzmanlık, müfettişlik gibi kamuda önemli bir işe hak ederek ve objektif koşullarda girilebileceğine inanmıyor örneğin. Bu koşullarda girenlerin de görevlerini düzgün yapabileceklerini düşünmüyorlar. Sistemin her geçen gün daha da kötüye gittiğine dair ciddi bir karamsarlık içindeler. Ellerinden gelse gençlerin yüzde sekseni ülkeyi hemen terk etmeye hazır görünüyor. Durum bu kadar vahim maalesef.
68 doğumlu biri olarak o yılları genç olarak yaşamasam da, anladığım kadarıyla 1960-70'ler gençliği de benzer bir psikoloji içindeymiş. Ülkedeki o zamanki yöneticilerin ve politikacıların her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdıklarını ve ülkeyi iyi yönetemediklerini düşünüyorlarmış.
60'lar-70'ler gençliği ile günümüz gençliği arasındaki temel fark ise, öncekilerin idealist ve isyankar olmasında. Bir şeyleri değiştirmeye çalışmalarında. Ellerini taşın altına koyma iradesinde ve cesaretinde. Beğenmedikleri yönetimi değiştirmek için gözlerini budaktan sakınmamalarında. Fırsat çıksa da ülkeyi terk edip kurtulsam diye düşüneni pek yokmuş sanki. Her zaman pek realist ve tutarlı olmasalar da, adil olmayan düzene ilginç bir cesaretle baş kaldırabiliyorlarmış.
Günümüz gençliği ise farklı bir yapıda. İdealist değiller diyemeyeceğim aslında. Özellikle ülkedeki adaletsizliklere ve eşitsizliklere karşı çok duyarlılar. Ama sanki bu duyarlılıkları toplumcu bir bakış açısından değil. Daha çok bireyselci bir perspektiften bakıyorlar. Bu adaletsizliklerden ve eşitsizliklerden toplumu nasıl kurtarırız diye bir dertleri yok. Kendimi nasıl kurtarabilirim diye bir kaygıları var. Öncelikleri farklı.
Bahsettiğim bireyselcilikleri aslında diğerlerini ve genel olarak tüm toplumu önemsemediklerinden değil. Ama tüm toplumu kurtarma idesini pek de realist bulmadıklarından sanki. Zaten mümkün olmayacağını bildiklerinden. 60-70'lerin o 'Don Kişotvari' idealizmini naif ve ayakları yere basmaz buluyorlar gibi. Gezi'de görüldüğü üzere, birlikte hareket etmeyi olanaklı gördükleri anda statükoyu değiştirmeleri de işten değil ayrıca. Sadece realist/yapılabilir bulmalarına bakabilir yine de.
Bizim ve daha önceki kuşağa zor geliyor belki kabullenmek. Ama yeni genç kuşak bizden ve önceki idealist kuşaktan daha realist. Bu kesin. Hemen önyargılı olmayalım. Belki de bireyselciliğin (bizim yapamadığımız) daha realist toplumcu yorumunu ve sentezini belki bu kuşak yapabilecek.
12 bin yıllık Dipsiz Göl'ün hunharca kurutulmasına, "Zaten bir işimize yaramıyordu!" diye onay veren köylüleri görünce, belki de eski moda toplum kurtarmacı idealizmi 'enayilik' gibi gören yeni kuşak haklıdır, kim bilir?
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.