Bugünlerde olimpiyatlardan sonra belki de dünyanın en büyük spor organizasyonu olan Dünya Futbol Şampiyonası oynanıyor.
85 milyonluk ülkemizin uzak ara en popüler ve en çok para harcanan sporu olan futboldaki bu organizasyona katılmayı bile başaramadık.
2002'deki dünya üçüncülüğümüzden sonra son 20 yıldır bunun hiç üzerine koyamadığımız gibi çok daha geriye gittik.
Ya hiç katılamadık ya da katılıp son sıralarda tamamladık.
Avrupa şampiyonalarında da uzun süre önceki bir yarı final dışında benzer bir durum var.
Ülkenin en popüler ve en çok para harcanan ikinci sporu olan basketbolda da durum farklı değil.
Bu yılki Avrupa Şampiyonasında ilk 8'e bile giremedik. Dünya Şampiyonasına katılma şansımızı daha geçtiğimiz günlerde kaybettik.
En başarılı olduğumuz takım sporu gibi görünen kadınlar voleybolda bile milli takım seviyesinde daha henüz olimpiyatlar ve dünya şampiyonalarında madalya alabilmiş değiliz.
Ülke olarak hem kamu kaynaklarından hem de özel sektör kaynaklarından takım sporlarına (futbol, basketbol, voleybol) gerçekten çok yüksek harcamalar yapılmasına karşın başarısızlık gerçekten çok çarpıcı.
Nüfusu 8'de birimiz olan Yunanistan futbolda Avrupa şampiyonu oldu. Basketbolda da milli takım seviyesinde bizden çok daha başarılı.
Nüfusu 10'da birimiz olan Hırvatistan ve Sırbistan hemen her takım sporunda milli takım seviyesinde dünyada hep başa güreşiyor.
Nüfusu 20'de birimiz bile olmayan küçük ülke Slovenya milli takımları, hem baskette hem voleybolda dünya ve Avrupa seviyesinde madalyalar alıyor.
Takım sporlarında milli takım seviyesindeki başarısızlığın en büyük nedeni kanaatimce istikrarlı ve planlı bir spor yönetimi olmaması.
Sorun altyapıda değil.
Hem ebeveynlerde çocukları spora yönlendirme bilinci çok arttı.
Hem de spor tesislerinde son yıllarda ciddi gelişmeler kaydedildi.
Nitekim milli takımlar hemen her takım sporunda yıldızlar ve gençler seviyesinde dünya ve Avrupa ölçeğinde genelde çok başarılı.
Büyükler ve profesyonel seviyede başarılı olunmamasının en büyük nedeni ise kulüplerin işin kolayına kaçıp, gençlere yeterince şans vermemesi ve risk almamak için parayı bastırıp yabancı hazır tecrübeli oyuncuları oynatmayı tercih etmesi.
Futbolda, basketbolda ve voleybolda süper ligin altındaki liglerde (1. Lig, 2. Lig gibi) bile takımlardaki direkt oynayan oyuncuların ciddi bir kısmı parayı bastırıp alınan yabancı tecrübeli oyuncular.
Altyapıdan yetişmiş yıldızlar ve gençler seviyesinde çok başarılı olmuş yerli oyuncuların zaten profesyonel seviyedeki süper ligde direkt oynama şansı yok, ama hiç olmazsa alt liglerde doğrudan oynayıp "pişme" şansı da çok az. Çünkü alt liglerde bile direkt oynayan ve oyunda başrolleri kapan oyuncuların çoğu yabancı hazır gelmiş oyuncular.
Örneğin zaman zaman basketbolda alt lig (1. Lig) maçlarına bakıyorum. Her takımda 2-3 tane yabancı oyuncu var ve top sürekli onların tekelinde. Gariban yerli oyuncular genelde sadece figüranlık yapıyor. Bu durumda genç oyuncular kendisini nasıl geliştirecek?
Çözüm bence süper lig altındaki liglerde yabancı oyuncuyu tamamen yasaklamak. Bu olmasa da en fazla 1-2 yabancı oyuncu ile sınırlamak.
Hatta süper lig seviyesinde bile ulusal lig maçlarında mümkünse yabancı oyuncuya yüzde 50 sınırlaması koymak.
Böylece yıldızlar ve gençler seviyesindeki yetenekli sporcular kendilerini geliştirme olanağı bulacaklar ve bunun sonucu mutlaka milli takımlar seviyesine de olumlu yansıyacak.
Biraz sabır, cesaret ve akıl ile olmayacak iş değil.
Futbol, basket ve voleyboldaki kulüp/müessese takımlarına gelirsek.
Özellikle voleybolda çok ciddi bir kamusal kaynak israfı hatta çok açık ve vahim kamu zararı var.
Çok büyük ve astronomik paralar ödenerek dünyanın en iyi ve en pahalı oyuncuları ve koçları transfer ediliyor.
Örneğin kadınlar voleybolda dünyanın en başarılı ülkeleri olan Sırbistan, ABD, Brezilya ve İtalya'nın en iyi oyuncularının neredeyse tamamı astronomik ücretlerle ülkemiz müessese kulüplerinde oynuyor.
Erkek voleybolda da benzer bir durum var.
Eczacıbaşı gibi kamu kaynağı harcamayan özel sektör müessese kulüplerinin bunu yapması kimseyi ilgilendirmez. Para kendilerinin, kaynak kendilerinin. İstedikleri gibi harcama özgürlükleri var.
Ne var ki kamu bankaları (Ziraat, Halkbank) veya kamu tarafından yönetilen dolaylı kamusal bankalar (Vakıfbank) ya da kamu işletmeleri (THY) için durum çok farklı.
Sonuçta bunların harcadıkları para o ya da bu şekilde kamu kaynağı.
Kimsenin keyfi biçimde kamu kaynağından bol keseden astronomik paralar ödeyerek yabancı oyuncu transfer etme lüksü olamaz.
Bu durum demokratik bir ülkede açık bir "kamu zararı" oluşturur ve kamusal mali denetimde mutlaka hukuka aykırı görülür.
Bu kamu işletmelerinin bu kadar fahiş para harcayarak reklam yapmaya da ihtiyaçları yok ayrıca.
Türkiye, bu kadar zengin ve dünyaya kamu kaynağı saçma lüksü olan bir ülke değil. Petrol zengini Körfez ülkesi değiliz.
Kamu kaynakları bizden onlarca kat daha zengin olan Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerin kamu şirketleri ve kamu bankaları niçin yabancı yıldız oyunculara astronomik ücretler ödeyerek takımlar kurmuyorlar da biz kuruyoruz?
Biz onlardan daha mı akıllıyız acaba?
Bu işlerin arka planındaki "al gülüm ver gülüm" "komisyon" iddialarına hiç girmeyelim.
Ama gerçekten de dünyada başka hiçbir kulübün vermeye yanaşmayacağı kadar yüksek paralar ödenerek yapılan transferler ile kazanılan başarıların o kamu işletmesinin asıl sahibi olan devlete de uluslararası seviyede prestij kazandırdığını sanmıyorum.
Uluslararası spor kamuoyunun bu duruma arkamızdan bıyık altından güldüğüne de eminim.
Kamu işletmelerinin kamu kaynaklarından spor altyapısına gerek yıldızlar ve gençler seviyesinde sporcu yetiştirilmesi, gerekse amatör seviyede destek vermesi bilakis olumlu.
Ancak profesyonel spora kaynak aktarmak ciddi kamu zararı oluşturacağından bunlar açısından öncelikle kamu yararı ile bağdaşmaz.
Ayrıca bu durum hukuken spesyalite ilkesine de aykırı olur. Çünkü bu ilkeye göre kamu işletmeleri asıl görev alanları (uzmanlık alanları) dışında başka alanlarda kamu kaynağı kullanıp yatırım yapamazlar ve profesyonel faaliyette bulunamazlar.
Dolayısıyla siyasi iktidarın bir an önce kamu işletmelerini profesyonel spordan el çektirmesi şarttır.
Olimpik bireysel sporlara gelirsek.
Atletizm, güreş, halter, tekvando, boks, jimnastik gibi bireysel olimpik sporlarda uluslararası ölçekte sağlanan başarılarda ise herkesin farkında olduğu ama kimsenin dile getiremediği şöyle bir sorun var:
Bu sporlarda olimpiyatlar ile dünya ve Avrupa şampiyonalarında madalya başına devlet tarafından verilen ödüller ülkemizde demokratik ülkelere göre gereğinden fazla fahiş.
Bu aşırı yüksek ödüller sporcuların çoğu için olağanüstü ve anormal bir ekstra motivasyon aracı oluyor.
Bunun ilk olumsuz sonucu, sporcunun salt milli ruh için değil de sanki para ve ödül için onca çaba sarfettiği algısının oluşabilmesi.
Bu kadar büyük maddi ödülü olmasa salt ülke sevgisi ve itibarı için kendilerini bu kadar parçalarlar mıydı sorusunun akla geliyor olması.
Her ülkede olimpiyat ve dünya şampiyonası seviyesinde başarıya devletçe ödül veriliyor. Ama bizdeki ödüller ülkemizin ekonomik seviyesine oranla çok aşırı.
Başarısızlık halinde bu kadar yüksek bir ödülden mahrum kalma psikolojisinin sporcular üzerinde yarattığı ağır psikolojik baskı ise bariz hissediliyor. Muhtemelen bir çok sporcunun bunalıma girmesine de yol açıyor.
Bu aşırı yüksek ödüllerin bir başka olumsuz sonucu ise sporcuları ve antrenörlerini doping gibi sahtekarlıklara başvurma yönünde bir tür teşvik oluşturması.
Atletizm ve halter gibi sporlarda olimpiyat ve dünya şampiyonalarında madalya alan birçok sporcumuz sonradan doping nedeniyle diskalifiye edildi.
Ülke olarak uluslararası spor camiası ve kamuoyunda bundan daha fazla rezil olunabilecek bir durum olamaz.
Bu durum bir süredir atletizm ve halter gibi sporlarda ülkemiz sporcularının dünya spor kamuoyunda potansiyel "dopingçi" gibi algılanmasına yol açıyor. Dürüst sporcularımızı da zan altında bırakıyor.
Peki doping tespit edilerek ülkemizi dünyaya rezil rüsva eden bu sporcular ve antrenörleri ile bürokrat ve siyasi sorumlularına ülke olarak gerekli yaptırımları uyguladık mı derseniz, yanıtını tahmin edersiniz.
Zaten bu ülkede her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız!
Bu konuda da doping gibi sahtekarlıklara tevessül edenleri ve sorumlularını çok ağır cezalandırmak ve uluslararası şampiyonalarda alınacak madalyalar için devletçe verilecek ödülleri daha makul noktalara çekmek şart.
Ali D. Ulusoy kimdir? Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur. Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur. ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür. Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri. Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008. |