Siyasetin, kamuoyunun, basın-medyanın hatta tüm halkın ve bütün ülkenin karpuz gibi ikiye bölündüğü günlerdeyiz. Bölünen iki parça birbirine giderek yabancılaşıyor. Aralarında ya hiç diyaloğun kalmadığı ve birbirlerinin yüzünü bile görmedikleri ayrı gettolarda yaşıyorlar; ya da varolan kısıtlı diyalog ortamlarında da tam bir "körler ve sağırlar diyaloğu" bulunuyor. Karamsar ve puslu günler bunlar. Bölünen iki parça ya birbirini hiç görmüyor, ya direkt görmezden geliyor. Gördüğünde de, ya diğer tarafa nefretle bakıyor; ya da (nasıl bu kadar saf ve akılsız olabilirler diye) acıyarak! Ama iki parçanın da giderek birbirinden sempatizan devşirebilmesi zorlaşıyor gibi. Çünkü devşirmeyi mümkün kılacak diyalog ve iletişim ortamı iyice azalıyor. Kemikleşmiş pozisyonlar iyice sertleşiyor.
Bu olguyu önümüzdeki dönemde (kısa vadede) değiştirebilecek tek parametre, ekonomideki bariz somut bir iyileşme veya tersine, daha katı ve ani bir kötüleşme (kriz) olabilir. Bu durumda ekonomi "bıçağı", karpuzun yeniden kesiminde parçanın birinin diğerine göre bariz büyük olduğu bir "yeni kesime" sebebiyet verebilir.
Karpuzun bölünen iki parçasından hangisinin diğerine göre birazcık daha büyük/küçük olduğunun ilk seçimlerde ciddi biçimde önemi olacak olsa da, bu yazının konusu açısından önemi yok.
İyice olgunlaşmış karpuzun kabuğunun tam ortasına bıçağı daha değdirir değdirmez "çatırt" diye ve beklenmeyecek kadar kolaylıkla ikiye ayrılıvermesi gibi, toplumun da bu şekilde ikiye bölünmesi büyük ölçüde iktidarı desteklemek ve ya iktidara muhalif olma bazında somutlaşıyor. Biraz daha zorlayarak kategorize edersek, ortadan çaat diye ayrılmanın esas olarak evrensel demokratik değerleri "umursamama" ve asgari de olsa "umursama" bazında gerçekleştiği söylenebilir.
Evrensel demokratik değerleri pek de umursamayan iktidar destekçisi kesimlerin ana motivasyonu, kendileri, çevreleri ve ülkeleri için devlet yönetiminin dinsel muhafazakar ve milliyetçi değerleri ve aidiyeti koruyucu ve güçlendirici bir pozisyon almasının çok daha öncelikli ve yaşamsal görülmesi. Devletin bu değerler ve aidiyetleri ikinci plana atıp, evrensel demokrasi, hukuk, insan hakları, tolerans, adil olma, eşitlik, kamu kaynaklarını koruma, yolsuzlukları engelleme, hesap verebilirlik gibi öncelikleri olmasını gereksiz lüks gibi görüyorlar. Tabii son dönemlerde kamu kaynaklarından -çoğu kez haksız biçimde- çok ciddi bir pay almış olmalarının da bu "umursamama" olgusunda küçücük(!) bir payı olabilir! Yani bu tür demokratik dokundurmaların ve hesap sormaların ucunun kendilerine de dokunabileceği olasılığı bu minimize etmenin diğer bir nedeni.
Karpuzun diğer parçası olan ve evrensel demokratik değerleri asgari de olsa "umursayanlar" ise aslında birbirlerine oldukça gevşek ve kırılgan bir bağla bağlanmış görünen geniş bir ittifak. Geçen 18 yıllık süreçte iktidardan bir şekilde dışlanmışların, yani "attan düşenlerin" ittifakı. Atatürkçüler, İslamcı olmayan Kürtler, sosyal-demokratlar, radikal sol dahil diğer solcular, modernist ve laik üçüncü dünyacılar, liberaller, eski 'merkez sağ'a karşılık gelen merkez demokratlar, ılımlı veya demokrat Türk milliyetçileri, demokrat muhafazakarlar, iktidardan dışlanmış ya da kendileri iktidara mesafe koyan İslamcı kesimler vs. Şu an için bu ittifakı bir arada tutan tek gerçek motivasyon, mevcut iktidardan kurtulmak için bir araya gelmekten ve güç birliği yapmaktan başka seçeneklerinin bulunmadığı realitesi. Gün gelir amaç hasıl olur da iktidar değişirse, bu ittifakın tüm bileşenlerinin evrensel değerlerle ve standartlarla barışık yeni bir demokratik sistem oluşturmada aynı samimiyeti göstermeyecekleri tahmin edilebilir. Ama olsun. O sonraki mesele.
Toplumun karpuz gibi çat diye ikiye bölünmesinin kuşkusuz ülkeye verdiği birçok önemli zarar var.
En önemli somut zararlarından biri, aslında tüm toplumu yakından ilgilendiren yaşamsal siyasi sorunlara karşı toplumun ortak vicdanında iyi-kötü bir konsensus oluşmasına olanak verebilecek bir tartışma ve müzakere ortamı şansını baştan yok etmesi.
Ülkenin en önemli siyasi-hukuki-sosyolojik-ekonomik sorunu olan demokratikleşme-hukuk devleti sorununu bir yana bırakacak olursak, daha spesifik bazdaki en önemli siyasi sorunlarından olan Kürt sorunu ile din-devlet ilişkileri sorununu ele alalım. En önemli ekonomik sorun olan yoksulluk-yolsuzluk-işsizlik sorunu da aslında bu iki somut siyasi sorunun çözümüne endeksli büyük ölçüde.
Bu iki siyasi sorunun da çözümü aslında sorunla en doğrudan muhatap olan azınlıktaki kesimde değil. Bilakis, sorunla doğrudan değil daha geriden ve ikincil biçimde muhatap olan çoğunluğun tavrı ve anlayışı sorunun çözüm anahtarı. İşte toplumun çoğunluğu karpuz gibi ikiye bölünüp, birbirinin yüzüne bile bakmaz noktaya gelip aralarındaki köprüleri iyice atınca, bu tür siyasi sorunların da çözümü daha baştan olanaksız hale geliyor.
Örneğin ülkenin en önemli siyasi sorunlarından olan Kürt sorununun demokratik çözümü, sorunun en doğrudan muhatabı Kürtlerde değil, aslında çoğunluk olan Türklerdedir. Ne zaman ki Türklerin çoğunluğu, bu soruna salt güvenlikçi ve etnik kimlik reddiyetçi açıdan bakıldığı sürece çözümün mümkün olmadığına ve demokratik ve barışçı çözümden başka seçenek bulunmadığına kani gelmeye başlarsa (maalesef henüz çoğunluk bu noktada değil gibi görünüyor), Kürt sorunu realist ve demokratik biçimde ancak o zaman çözülür. Aksi halde, 2015'deki Çözüm Süreci sonrası siyasi şamar yiyen iktidar örneğindeki gibi, siyasi cezalar kesiliverir. Yani Kürt sorununun çözümünün anahtarı Kürtlerde değil Türklerdedir.
Bence 2015 Çözüm Süreci'nin en büyük hatası, iyi niyetli ancak basiretsiz bir girişim olmasıydı. Türklerin çoğunluğunun gerçekten bu işin gerekliliğine ve doğruluğuna ikna edilmemesi ve daha da vahimi böyle bir ikna çabasına dahi gerçek anlamda girilmemesi idi. Salt Kürtlerin ve üstyapıdan elitist belli çevrelerin ve basın-medyanın desteğiyle bu işin kotarılacağının sanılmasıydı. Sosyoloji bilimini hiçe saymanın acı sonuçlarının bariz bir örneğiydi. Sonrasında bu ütopik girişim 7 Haziran seçimlerinde sosyoloji duvarına çarpıverince, panikleyen iktidar eski güvenlikçi ve reddiyetçi politikalara en güvenli liman diye sarılıverdi ve bir uçtan diğer uca sürüklenen politikalar iyice dikiş tutmaz hale geldi. Oysa bu gerekli ve doğru çözüm için Türklerin çoğunluğunun da psiko-sosyolojik olarak ikna edilmesine dair sahada da altyapı oluşturulması yoluna gidilebilseydi, bu kadar büyük bir fırsat kaçırılmayabilirdi. Bu konuda çözüm şimdi de imkansız değil ama eskisine göre çok daha zor.
Aynı şekilde din-devlet ilişkileri sorununda da çözümün anahtarı, sorundan doğrudan muzdarip laik veya inanmakla birlikte ibadet etmeyen, şekli kuralları uygulamayan ya da inanmayan kesimler değil, bilakis dindar çoğunluktur. Dindarların çoğunluğunda devletin dine ve dinsel inançlara müdahale etmemesi, dinsel nitelikli kararların topluma devletçe empoze edilmemesi ve dinin salt şekli kurallarının değil, doğruluk, dürüstlük, kötülük yapmama, hakkı olmayanı almama ve aldırmama gibi esasa yönelik kurallarının ön plana çıkarılması gerektiği fikri baskın anlayış olursa, din-devlet ilişkileri ve laiklik sorunu da doğal biçimde, yani sosyoloji bilimi kuralları içinde çözümlenecektir.
Sonuçta karpuz gibi ortadan çat diye bölünen bir toplumda, bölünen parçalar arasında köprülerin iyice atılması halinde temel siyasi sorunların çözümü hayalden ibaret kalır. Akademisyenlerin konu sıkıntısı çekmemesi dışında başka pratik faydası olmaz! Ünlü sosyolog Zygmunt Bauman, toplumların "birleşik" olmasını, bir bütünün hiç parçalara ayrılmamış (yekpare) olması olarak değil, ayrılan parçaların ayrılmış halde durdukları halde parçaların (en azından temel sosyolojik meselelerde) aralarında manevi bir bağ oluşturarak parçalar arasında birliktelik oluşturması olarak tanımlıyor. Önemli olan, bölünmeler olsa da, parçaların temel demokratik değerler bazında "birleşmesi". Bunun en pratik yolu da geniş bir "demokrasi ittifakı" oluşturmak gibi görünüyor. İşin anahtarı ise diyalog ve tolerans.
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi